Dünya’ya gözlerini açarken hayatının güzel mi, yoksa kötü mü olacağından haberdar olmamak çok kötü bir şeydi. Hiçbir şeyden habersiz, iyi ve kötüyü tanıyamayacak kadar deneyimsiz, olanlardan habersiz. Gözlerinin ışığı seçemeyecek kadar taze bir vücutta olmak. Ellerini havaya kaldırarak o karanlığı, o yalnızlığı yırtmak, ondan kurtulmak. Ter temiz, suç işlememiş, dünya’nın baş döndüren zevklerine boyun eğmemiş bir şekilde doğan bir çocukta bulunan sıradan, sade özelliklerden birkaç tanesi. Doğduğu anda üzerinde ki kırmızı kan lekesinin kalmış olması ve bunun gibi daha birçok yenilik belirtisi ile ortaya çıkmak. Aniden bu dünyada olmak, ‘Bende varım!’ Demek. İlerde ne yapacağı, ileride nelere maruz kalacağını bilemezdi. Hayatını kendinden çok dışarıda olanlarla değişeceği bir yerde hayata başlıyordu bu çocuk. Evinde gerçekleşen bir doğum operasyonuydu. Hastaneye bile gitmiyorlardı. Ailesi olacakların hepsini biliyordu. Onu alıp önceden hazırladıkları küçük battaniyeye sararak annesinin yanına koymak için Thomas’ı oradaki ebelerden bir tanesi. Adımlarını atarken Thomas’ı hafif hafif sallayarak onu rahatlatmaya çalışıyordu. Onu sakinleştirmek için değişik sesler çıkarıyordu. Annesinin yanına koyduğunda annesinin kızıl saçları terden sırılsıklam olmuş bir şekilde başına yapışmışlardı. Yanaklarında, kirpiklerinde ve alnında terler cirit atıyordu. Gözünü açıp kapatmasıyla birlikte o terlerin taşıdığı acı ve deneyim, ela gözlerini yakıyordu. Annesi onu yanına alınca parmağıyla yüzünü okşuyordu. Adını sayıklıyordu kulağına. ‘’Thomas, Thomas…’’ Bebeğini yanında gördüğü için çok mutluydu. Daha başka ne isteyebilirdi ki? Bebeği yanındaydı, ona anne olma şerefini bağışlayan kişi. ‘’Bebeğim… Canım. Seni çok seviyorum bir tanem.’’ Dudağını her oynatışında onu öpercesine büzüyordu dudaklarını. Parmağını yanaklarında ve çenesinde gezdirerek Thomas’ı seviyordu annesi. Bu sözler Thomas’a ne olarak gidiyordu acaba? Onu duyması her ne kadar imkansız olsa bile, annesiydi sonuçta. Kalpleri bağlıydı sanki. Thomas’ı daha fazla kim sevebilirdi, ya da onun için canını feda edebilirdi? Annesini ne kadar sevebileceğini bilmeden yatıyordu öylece. Elleri, ayakları sağa sola hareket etmek istercesine. Ağlıyordu çılgınca. Rahatlamak istiyordu sanki. Onu oraya koyan ebe gelip onu alıyordu. Siyah mı siyah bir beşiğin beyaz yastık ve pikelerle dekore edilmesi ne kadar anlamsızdı. Bu gece hürmetine süslenmiş bir beşikti galiba. Odayı aydınlatan floresan lambanın mavi ışıkları altında siyah, ucunu sivrileştiren tahtalarının çevrelediği bir beşiğe yatırılıyordu. Ebenin o güler yüzlü bakışlarının ve gülen yeşil gözlerinin ardından. Ebenin üzerinde duran siyah önlük türü bir şey vardı. Sarı saçları ve yeşil gözleri o şeyde bile ona yakışıyordu. Güler yüzlü olmaya çalışıyordu sanki. Etrafta 3 kişiden başka bir masa, bir sandalye, annesinin yattığı büyük bir yatak ve bir de şömine vardı. Başka bir şey yoktu, tahtayı andıran duvar dekorasyonunun üzerine çekilmiş kahverengi boya şömineden gelen ateşle sanki kızıllaşıyordu. Sanki oraya siyah koyarak Thomas’ı şimdiden olacaklara hazırlıyorlardı. Hayat herkese adil davranmıyordu. Bu yaşadıklarını lehime mi, yoksa aleyhine mi olduğuna karar vermekte zorlanan Thomas, bunları düşünecek kapasiteye sahip değildi. O daha yeni doğmuştu. O gece olanlar olmuş ve kaderini değiştirmişti. Anne ve babasının başı üstüne gelip ağlamaları, olanları önceden bilircesine korkuyor olmalarına tanık oluyordu. Onları ağlayışlarını, korkulu yüzlerini görünce oda korkmaya başlıyordu. ‘Ağlamayın!’ demek istercesine çığlık atarak ağlamaya başlıyordu. Annesinin yüzünden süzülüp ağzına ve yanaklarına düşen gözyaşlarının hissettiğinde daha da kötü ağlamaya başlıyordu. Annesinin yüzünden süzülen yaşları silmek, akmasını engellemek istercesine dokunmak istiyordu annesinin yüzüne. Ellerini havaya kaldırmaktan başka yapabildiği bir şey yoktu. Her şeyi anlaması şuan mümkün olmasa bile aslında o, annesinin üzüldüğünü anlıyormuş gibi davranıyordu. Anne ve babasını o gece kaybedeceğini nereden bilebilirdi? Düşüncesiz bir şekilde çocuklarını bırakıp kaçan ebeveynler oldukları görünümü verecek bu davranış, aslını gizlemek için yapılan bir oyundu adeta. Ölüme giden trenin olduğu peronda Thomas bir yolcu eksik gitmişlerdi. Geride, yeni doğmuş bir bebeği yalnız başına, korumasız bir şekilde bu Dünya’ya, bu acımasız Dünya’ya bırakarak.
Aradan geçen yıllar Thomas’ın onlardan nefret içeren duygu ve düşünceler beslemesine neden oluyordu. Yalnızlık ona acı ve nefreti yüklemişti tüm bu yıllar boyunca. Kalbinden vücuduna üzüntünün sonucu oluşan saf nefret enjekte ediliyordu sanki. Damarları genişlemişti ve hepsini taşıyabiliyordu artık. Saçlarının alnını, gözlerini ve burnunun yarısını kapatıyor, ona değişik bir hava katıyordu. Dışarı çıkmak bile ona işkence ediyordu artık. Yolda giderken gördüğü ailelere, annesinin ve babasının elini tutan çocuklara imreniyordu. Ailesini görmeden, aile sevgisini tam olarak görmeden zamanın geçmesine izin veriyordu. Adımı attığı kaldırımlara bakarak bir kadın ve bir erkek hayal ediyordu. Baba ve anne diyebileceği insanlar arıyordu. Sarılıp ağlayabileceği, kucaklaşıp gülebileceği insanlar arıyordu. O desenli taşlara bakarak bile hasret gidermek istiyordu. Akrabalarından birisi onu yanına alarak büyütüyordu. Akrabası Thomas’ı kendi evine alıp yetiştiriyordu. 2 Katlı evinde yapabileceği tek hobisi bahçeyle uğraşmak oluyordu. Üst katı tamamen Thomas’a ayırıp kendi alt katta yaşıyordu. Thomas’ın üzerine gitmek istemese de Thomas onu yıldırıyordu bazen. Thomas’ın kendine ait katı bile sade ve yoksundu. Belki de küçükken konduğu beşik hatırasında kalan tek şeydi. Her şeyi siyaha bürümüştü. Birkaç mobilyadan başka hiçbir şey yoktu. Hava el verdiği sürece balkonda zaman geçirirdi Thomas. Ayağını balkonun yarısını çevreleyen demirlere uzatıp doğaya bakarak geçiriyordu zamanını. Yoldan geçen ailelere bakıyordu bazen de. Onlara hala imreniyor ve duygu deryasında kayboluyordu. Burada başlamıştı hayatına. Bu hüzün ve nefret dolu sıcak kazanın derinliklerinde kaynadığı hayatına. Kaç yaşında, ya da nasıl buraya gelip onunla kalmaya başladığını bile hatırlamıyordu. Ondan bir cevap istiyordu. Saçının sakalının akı, bir şeyler bildiğini anımsatıyordu sanki Thomas’a. Ona her defa, her gün soruyordu, ‘’Lütfen, sana yalvarıyorum! Beni neden böyle bırakıp gittiklerini anlat! Lütfen! Yalvarırım, ne istersen yaparım! Yeter ki anlat!’’ Akrabasına her ne kadar yalvarıp dil dökse de ondan bir cevap alamıyordu. Cevabın aksine akrabasının ses tellerini kaç katı katılaştırdığını çözemediği bir ayarda katı cevaplar alıyordu. ‘’Sana bunu daha kaç defa söylemem gerekiyor Thomas? Her soruşunda aynı cevabı verdim. Bilmiyorum!’’ Ses tonundaki titreşim, Thomas’ı tedirgin ediyordu. Kalınlaştırmada kullandığı efordan sonra ortaya çıkan titreşim onu ele veriyordu adeta. Bir şeyler biliyorduysa bile söylemiyordu. Her konuşmada anlından akan ter damlasının yere düşüşü bile çok yavaştı. Adeta Sorunun cevabını alamayacaksın! Diyordu ona. Bir şeyler gizlediğini, sakladığını düşünmesine neden oluyordu. Belki de, her seferinde soruşunun bir nedeniydi buda. Onu hayata hazırlayan akrabası adeta ona bir annelik, bir babalık yapmaya çalışıyordu. Her ne kadar Thomas’la yaptıkları konuşmalar monoton, sıkıcı ve gereksiz stres içeren konuşmalar olsada. Gerçekleri biliyor olması, sırtına ağır bir yük bırakmıştı. Fakat o, küçük Thomas’ı yanına alıp büyütmeye karar vermişti. Geceleri gözlerine uyku girmiyordu Thomas’ın. Kan çanağı olmuş gözleri ile kendi kendine sızana kadar balkonda otururdu her gece. Kendi kendine mırıldanırdı. Neden bu acıları yaşamak zorundayım? Benim ailem nerede? Babam nerede? Annem nerede? Cevapsız soruların bulunduğu bir caddenin, çıkmaz sokağına gelmişti yine. Doğal güzelliklerden zevk almaya, onlara bağlanmaya çalışıyordu. Ağaç yapraklarının, bahçedeki çiçeklerin ve çimlerin rüzgârla güzel bir dansa kalkışını seviyordu. Ahenk ile dans edişlerine hayranlıkla bakıyordu. Rüzgârın yüzüne çarptığında içine dolan ferahlığı seviyordu. Anne baba şefkati göremiyor olsa da, doğanın yaptıklarından alıyordu sevgiyi, şefkati. Yaratıcıya duyduğu sevgi, anne ve babasının özleminin artmasına engel oluyordu. Ondan diliyordu, ondan istiyordu her şeyi. Anne ve babasının bir gün dönmesini, ona kucak açarak sarılmasını, sevgi dolu sözcükler duymayı istiyordu. Annesine sarılıp ağlamak istiyordu. Başka bir şey değil, sadece annesine sarılmak istiyordu.
Yaşı 17’ye geldiğinde hala ailesinden bir haber alamamıştı. Günler aylar gibi, aylar ise yıllar gibi gelmeye başlamıştı artık ona. Zamanın elçisi aktığını belirten sesini çıkarmıyordu artık sanki. Akrabası yanında olmasına rağmen yalnız hissediyordu kendini. Kendine ait katı artık tamamen siyah geliyordu ona. Zemin bile siyahtı. Balkona çıkıp oturmaktan bile yavaş yavaş sıkılmaya başlıyordu. Akrabası onu sevse de, hiçbir şey anne baba sevgisinin yerini tutamazdı. Onca geçen yılın ardından akrabası yaşlanmış ve hastalıklara yenik düşmüştü. Thomas her ne kadar onun cevap vermeyişine sinirlense bile onun için üzülüyordu. Ondan başka kimsesi yoktu, en azından Thomas öyle biliyordu. O kendi katında sessiz bir şekilde yatıyordu. Başka bir şey yapmaya gücü yetmiyordu artık. Kendi kaslarına, kendi sinirlerine zar zor emir verebiliyordu artık. Felç olmasa bile bu hastalık onu öyle yapıyordu. Bütün bu yükler ona ağır gelmiş olsa gerek ki, kaldırmaya gücü yoktu artık. Kalbinde ağrılar fink atıyordu, keyif çatıyorlardı. Zarar vererek bu hazzı alıyorlardı. Bu acılar daha fazla zamanı olmadığı gösteriyordu ona. Hafif cılız bir sesle seslendi. ‘’Thomas…’’ Thomas o karanlığın içinden çıkarak bir istisnayı gerçekleştiriyordu. Nadiren aşağıya inen Thomas indiği için minnettar olacaktı belki de. Sesi duyan Thomas ilk başlarda umursamasa bile sesteki incelik ve cılızlık bir şeyleri ters gittiğini anımsatıyordu ona. Koşarak oturma odasına girmiş ve yatan akrabasının yanına çömelmişti. 2 Kişilik uzun bir kanepede uzanan akrabası sadece bedenen burada gibiydi. ‘’İhtiyar, ihtiyar iyi misin?’’ Diyerek şaşkınlığını yüksek seslere vuruyordu. Kafasını koyduğu yastığı biraz daha yukarı kaldırmaya çalışsa da akrabası artık kontrolü kaybetmişti. Ölüyordu… Thomas’ın Akrabası hastalıklardan kurtulamamış ve ölüm döşeğinde ölümü bekler şekilde yatıyordu. Teni beyazlaşmış, sanki artık damarlarından kan akmıyordu. Boş bir vücuttu sanki. Solgun teninden cansız olduğu görülüyordu adeta. Nefes alış verişinde ciğerleri dolmuyordu tam olarak, gücü yoktu. Yanakları çökmüş, her tarafı yüzünün çizgilerle dolmuştu. Thomas küçük gözyaşları döküyordu yerlere. Yanaklarının yanışını hafifleterek buharlaşıyordu bazıları sanki. Yere düşmeden havaya karışıyorlar gibiydi. Thomas, son bir kez olsun şansını deniyordu. ‘’Yahu adam, öleceksin ve hala susuyorsun. Aç şu ağzını, söyle olanları bana. Son anında bana bu iyiliği yap. Lütfen!’’ Demesine rağmen, akrabası anlatmamaya devam ediyordu. Öleceği için rahattı belki de. O yükü yıllarca taşımanın verdiği ağrı, acı ve vicdan azabı sonunda omuzlarından kalkıyordu. Yüzündeki kırışıklıklardan çıkan ufacık bir tebessüm ile ‘’Zamanı gelince öğreneceksin Thomas. Eğer öğrenmen gerekiyorsa, emin ol öğreneceksin!’’ Belki son sözleriydi bunlar. Doğru düzgün konuşamıyordu bile. Yorgun ve halsizliğin son safhalarını aşıyordu. Hayat, ölümün üstüne kurulu bir köprü gibiydi. Dengesini kaybedenler için bir öykünün sonu, duranlar içinse bir hikaye devamı geliyordu. Akrabası düşmeye yakındı ve hazırlanıyordu. Thomas ise köprüdeydi, fakat sanki aşağıya doğru sarkan bir ipe kendini asmıştı. Akrabası Thomas’ın gözleri önünde ölüyordu. Thomas ise ne yapacağını bilmeden akrabasının son anlarını izliyordu. Onu da kaybedecekti. Ailesinden kimse kalmayacaktı. ‘’Sende gidiyorsun… Geriye kimse kalmadı. O sır seninle ölecek, ama eğer bu aileden birini bulursam, belki bir şans! Her ne pahasına olursa olsun geçmişte neler olduğunu öğreneceğim! Bu gezegene acı çekmek için gelmedim ben! ’’ Hem nefret, hem de hüzün içeren bir yemini andıran bir veda konuşması yapıyordu. Onu büyütürken, ailesine olan sırrını da Thomas ile birlikte büyüten akrabasına hüzünlü gözler ile veda ediyordu. Ciğerlerinin hafifte olsa dolmasının bitişi üzerine Thomas’tan çıkan sessiz, fakat sağanak yağmurlu bir hava etrafa hakim oluyordu. Gözlerinden inen yağmurlar akrabasına sarıldığında ağlamaktan kendini alamıyordu. Göz damarlarından su akıyordu yerlere. Yanaklarından gelen akarsulardı sanki o küçük damlalar. Küçük damlalar, hıçkırıklı ağlamalar. Bütün bunlar akılda yeni bir soru işareti çıkartıyordu. Benim mutlu olmaya hakkım yok mu?