Annabeth… Ölmek üzereyken düşünebildiğim tek kişi oydu. Tanrılarım bugün ne kadar korkunç bir gündü! Kamp çıkışı her şey normaldi. Kamptan Annabeth’le birlikte çıktık. Annabeth evine dönmeden önce bizim eve gelecekti. Bizim evde beraberce vakit geçirecektik. İki iyi arkadaş olarak. Benim mantığım bana böyle söylüyordu. Ama Annabeth’ten hoşlanıyordum. Oh be! Sonunda bunu kendime sessiz de olsa itiraf edebilmiştim. Annabeth’ten hoşlanıyordum. Evet, bu kesinlikle kalbimden geçen şeydi. Hemen düşüncelerimi dağıttım. Çünkü şimdi bunları düşünmenin hiç sırası değildi. Belki de tam sırasıydı. Çünkü birkaç dakika sonra ikimizde ölmüş olabilirdik. “Annabeth!” diye bağırdım. Onu göremiyordum ama beni duyacağını umuyordum. Cevap gelmedi. Yeniden bağırdım. Bu sefer bir çığlık sesi geldi. Bu ses Annabeth’ten geliyordu. Onun durumu ile benim durumum arasında fark yoktu anlaşılan. Çünkü sanırım birkaç dakika önce bende bir çığlık koyuvermiştim. Ardından hayatım boyunca hafızamdan silemeyeceğim bir şey gördüm. Annabeth çığlık atarak kaçmaya çalışıyordu. Yerdeydi, sürünüyordu, üstü başı kan olmuştu. İçimden bu kanın Annabeth’e ait olmamasını diledim. Sonra beni gördü. Sonra gözlerini biraz arkama kaydırdı ve gözleri kocaman açıldı. En son hatırladığım, Annabeth “Percy arkana dikkat et!” diye bağırdığında arkamdaki şeyin bana bir darbe indirmesi ve bu darbenin beraberinde getirdiği acıydı.
** ** **
Uyandığımda her yanım ağrıyordu. Kendimi devasa bir çürük gibi hissettim. İlk başta öldüm, şuanda Yer altı Dünyasındayım diye düşündüm. Ama ölülerin canı acımazdı. Gözlerimi açtığım anda bir odada olduğumu fark ettim. Gayet normal ve sade bir odaydı. İçeride kahverengi, çift kapaklı, ahşaptan bir giysi dolabı, yine ahşaptan bir masa ve sandalye, yattığım yatak ve yattığım yatağın hemen bitişiğinde de küçük bir komidin vardı. Kollarımı hareket ettirmeye çalıştım ama sanki bir şeye bağlı duruyorlardı. Ne kadar çeksemde sadece belli bir derece de hareket ettirebiliyordum. Aynı şey ayaklarım içinde geçerliydi. Kısacası yatağa zincirlenmiştim. Acaba şu anda Annabeth nasıldır diye düşünmekten alamıyordum kendimi. Onu en son gördüğümde berbat bir haldeydi. Kan ter içindeydi. Umarım o benden daha iyi durumdadır diye düşünüp konuyu zihnimde kapatmaya çalıştım çünkü Annabeth’in şu anda içinde olabileceği durumları düşünmek istemiyordum. Çünkü düşüncesi bile acı veriyordu. Eğer başka bir şey düşünürsem daha iyi hissederim diye düşünüp o an nerede olduğuma odaklanmaya başladım. B eklide bir şekilde Annabeth’i görürdüm. Neden olmasın? Tanrılarım yine aynı yere döndüm! Hemen odaklanmaya çalıştım. Gerçi bu benim gibi disleksisi ve DEHBsi olan bir çocuk için kolay bir iş değildi. O an yatağımın hemen yanında yuvarlak bir cam olduğunu gördüm. Bu tür camlar benim bildiğim gemilerde olurdu. Hemen yattığım yerde olabildiğince doğrulup camdan dışarı baktım. Aman Tanrılarım haklıydım! Dışarıda uçsuz bucaksız bir deniz vardı. Şu anda denizin ortasında olan bir gemideydim. Acaba ben buraya nasıl gelmiştim? Annabeth’te burada mıydı? Onu düşündüğüm an aklıma şu anda içinde olabileceği milyonlarca korkunç durum geldi. Hemen hepsini aklımın bir köşesine fırlattım ve bir hareketlilik olmasını bekledim. Saatlerce sessiz bir şekilde bekledim. Tanrılarım artık çıldırmak üzereydim! Sanırım ilk ayak seslerini duyana kadar saatlerce olduğum yerde öylece bekledim. Önce bir çift ayak sesi duydum. Sonra fazlalaştılar. Gittikçe yakınlaştılar. Odamın kapısı sert bir şekilde açıldı ve içeriye iki tane iri yarı adam girdi. Hemen bileklerimi çözmeye başladılar. Onları hemen soru yağmuruna tuttum. Benim durumumda olan herkesin soracağı tipten sorular işte. Yüzüme bile bakmamışlardı. Ağızlarından tek kelime alamadım. Beni kaldırıp çekiştirerek odadan çıkardılar. Beni geminin içinde bir yere götürüyorlardı. Bir dakika kadar beni geminin içinde sürüklediler. Ben hala onları soru yağmuruna tutuyordum. Ama yüz ifadelerinde bile tek bir değişiklik yoktu. Bir insan bu kadar mı ifadesiz olurdu canım! Beni kocaman bir kapının önüne getirdiler. Önce içeriye haber verdiler. Sonra içeri alındım. İçeri girdiğim anki yüz ifadem şaşkınlıktan öte öfkeyi yansıtıyordu. Çünkü karşımdaki surat hayatımda en nefret ettiğim kişiye aitti. Bu karşımdaki kişiyi tahmin etmeniz hiç de zor değil tabi ki. Bu surat Luke’tan başka birine ait olamazdı. Sırıtıyordu. Komik bir hareket mi yapmıştım? Komik mi görünüyordum? Yoksa komik bir duruma mı düşmüştüm? Üçüncüsünde karar kıldım ama bunun bir önemi yoktu. Luke’un yan tarafına baktığımdaysa onu gördüm. Aman Tanrılarım! Bu Annabeth’ti! İyi gözüküyordu dersem yalan olur ama yaşıyordu. Buda bir şeydi canım. Bana üzgün gözlerle bakıyordu. Ne kadar gizlemeye çalışsa da arada bir gözlerinin içinde bir korku parıltısı görüyordum. Sanırım benim için korkuyordu. Luke’un bana bir şey yapmasından korkuyordu. Luke Annabeth’e bir şey yapmazdı. Annabeth Luke için özledi. Aralarındaki olayı pek kavrayamıyordum doğrusu. Annabeth Luke’a bir şey olmasını istemiyordu. Beklide ondan hoşlanıyordu. Kim bilir? Ama Luke’u abisi olarak görüyordu bence. Luke yedi yaşından beri Annabeth ile ilgileniyor, ona kardeş muamelesi yapıyordu. Annabeth de bu yüzden Luke’a çok değer veriyordu. Luke Annabeth’e âşıktı. Bu belli oluyordu. Annabeth’e asla zarar vermiyordu. Daha onu el üstünde tutuyordu. Ama efendisi Kronos’un emri yüzünden Annabeth’ten faydalanıyor, her seferinde onu kandırıyordu. Sonuç olarak aralarındaki ilişki karmaşıktı. Sonra Luke’un hiç duymak istemediğim sesini duydum. Luke:
“Selam Percy. Otursana” dedi. Bende geçip Annabeth’in karşısına oturdum. Ardından Luke odadaki diğer adamlara çıkmalarını işaret etti. Sonunda yalnız kalmıştık. Luke ikiye karşı bir kalmıştı. Ama ona saldırırsak hemen adamlarını çağırırdı ve bunun sonucu kötü olurdu. Beni bu düşüncelerden kurtaran Annabeth’in sesi oldu:
“Bizden ne istiyorsun Luke?” dedi Annabeth. Cevabı ortada olan bir konuydu. Luke bizim düşmanımızdı. Bizden ne isteyebilirdi? Tabi ki de bizi öldürmek istiyordu ya da bilgi almak istiyordu. Ama Annabeth’le beni tanıyordu. Ona bilgi vermeyeceğimizi biliyordu. Bu yüzden bence bizi öldürmek istiyordu. Luke:
“Annabeth biliyorsun ki ben…” diye söze başladı Luke ama devam etmeden önce bir süre duraksadı.
“Annabeth ben sana zarar vermek istemedim ama seni daha öncede uyarmıştım. Eninde sonunda kötü bir şey olacak ve bunu engelleyebilirsin.” dedi. Annabeth:
“Nasıl?” diye sordu. Luke:
“ Bana katıl Annabeth beraber mutlu olabiliriz. Thalia’yı da ikna ederiz üçümüz yeniden bir aile oluruz. Aynı eski günlerdeki gibi. Böylece sana zarar vermeme gerek kalmaz.” dedi. Annabeth öfkeden deliye dönmüştü ama gözlerine baktığımda içindeki bir parçanın Luke’a inanmak istediğini görebiliyordum. Annabeth:
“BU YALANLARI DAHA FAZLA YUTMAM LUKE! BEN ARTIK KÜÇÜK BİR KIZ DEĞİLİM! BENİ KANDIRAMAZSIN!” diye bağırdı. Ağlamak üzereydi, görebiliyordum. Gözleri dolmuştu. Kendini ağlamamak için zor tutuyordu. Güçlü görünmeliydi. Luke zayıf olduğunu düşünmemeliydi. Sonra devam etti:
“Aile Luke. Yıllar önce bana söz vermiştin. Bir aile olacağımızı söylemiştin. Bende sana güvenmiştim. Ama sen bütün güvenimi boşa çıkarıp Kronos’a katıldın. Hepimize ihanet ettin!” dedi. Bunun üzerine Luke:
“Bu son şansındı Annabeth. Üzgünüm… “dedi ve ayağa kalktı. Dışarıdaki iri yarı adamlara seslendi ve Annabeth’i odasına geri götürmelerini söyledi. Annabeth’in ismini söylerken hafiften sesi titremişti. Fark etmiştim. Ardından Annabeth’i dışarı çıkardılar ve Luke ile yalnız kaldık. Luke:
“Eee Percy. Gemimi beğendin mi?” diye sordu. Bende sinirlenmiştim açıkçası. Çok rahat konuşuyordu. Nasıl bu kadar rahat olabiliyordu?! Bende ona:
“Lafı dolandırma lütfen. Ne söyleyeceksen çabuk söyle.” dedim. Korkumu belli etmemeye çalışıyordum. Sonuçta düşmanımın gemisindeydim ve geminin içerisi onun adamlarıyla doluydu. Korkmam normaldi canım. Luke:
“ Madem öyle istiyorsun…”dedi ve bir süre duraksadıktan sonra devam etti. “Sanırım sana bir açıklamayı fazla görmemem gerek. Zaten bir şey yapamazsın. Artık çok geç Percy.”dedi ve ifademi görmek için yüzüme baktı. Yüzüme meraklı ve cesur bir ifade takınmaya çalıştım ama sonuç ne oldu bilmiyorum. Sonra devam şöyle devam etti:
“Percy sen Denizler Tanrısı Poseidon’un oğlusun. Poseidon üç büyük Tanrıdan biri. Belki daha önce fark etmemişsindir ama senin kanın çok değerli. Sen aynı zamanda Poseidon’un kanını taşıyorsun. Ve bu kan büyülü özellikler taşıyor. Senin güçlerin de kanından geliyor. Ve senin kanın Üç Büyük Tanrılar’dan birinin çocuğu olduğun için tanrısal özelliklere sahip. “ dedi Luke ve sanki bir sır verecekmiş gibi üstüme doğru eğildi. Bende refleks olarak geriye doğru çekildim. Luke fısıldayarak konuşmaya başladı:
“Senin kanın eğer doğru kullanılırsa bir ölüyü bile diriltebilir Percy.” Dedi. Son kısmı iyice fısıldayarak söylemişti. Sanki biri bizi dinliyordu. Bu çocuk da âlemdi canım. Sanki korku filminden fırlamıştı. Kötü tarafa geçmek onu solgunlaştırmıştı. Yüzündeki pençe izi sanki hala kanıyordu. Kısacası iyi göründüğü söylenemezdi. Çoğunlukla etrafına nefret dolu gözlerle bakardı. Ama şu anda gözlerinden ne nefret ne de öfke okunuyordu. Şu anda içinde bulunduğum bu durumdan iyice keyif alıyora benziyordu. Sanırım bu sefer avantajlı durumda olan oydu. Sonra yeniden dik bir şekilde yerine oturdu. Şeytanca bir gülümseme takınmıştı. Devam etmesini bekliyordum ama o sadece gözlerimin içine duygularımı okumak istercesine bakıyordu. Sonra devam etmesini beklediğimi fark etti ve:
“Sanırım senin için konuyu biraz daha açmalıyım. Senin kanın bir ölüyü diriltebilecek güçte. Bu muazzam bir güç Percy. Ama önce açığa çıkarmak gerekiyor. Bu güçten Zeus ve Hades’in çocuklarında da var ama O özellikle seni seçmemi istedi. Neden biliyor musun?” dedi ve bana soru sorarcasına baktı. Ben kafamı sallamakla yetindim. Ama unutmadan şunu da ekledim:
“Onu yenebilecek tek melez olduğumu düşündüğü için mi? Yoksa benden korkuyor mu? Beni bir tehdit olarak görüpte iş işten geçmeden ortadan mı kaldırmak istedi yoksa?” dedim ve cesur görünmeye çalıştım. Ama hiç değildim. Luke önce bir kahkaha patlattı. Gülmek ona yakışmıyordu. Çünkü güldüğü zaman yüzündeki iğrenç pençe yarasının izi daha da açılıyor ve kırmızılaşıyordu. Hoş bir görüntü olduğu söylenemezdi. Luke’un 9 yaşındaki halini hatırladım. Bir fotoğrafta Luke’un 9 yaşındaki halini yüzünde kocaman bir gülümsemeyle görmüştüm. O zaman çok tatlı görünüyordu. Tabi yüzünde o korkunç yara izi de yoktu o zaman. Bunları düşünürken Luke’un suratına öylece bakıyordum. Luke:
“Saçmalama Percy. Hangi Titan Tanrı bir Olimposlu Tanrının melez oğlundan korkar ki? Hem de bu kişi Titan Kralı Kronos’sa. Sen sadece basit ve değersiz bir melezsin Percy. Ama doğru şekilde kullanılırsan çok değerli olabilirsin.”dedi. Son kısmı sesini iyice kısarak söylemişti. Sanırım son kısmı aklımın bir köşesine kazımaya çalışıyordu. Etkileyici konuşup beni kendi tarafına çekmek ister gibi bir hali vardı. Bunun olmayacağını kendide biliyordu. Beni tanıyordu sonuçta. Ama denemeye değerdi sanırım. Hemen cevabımı Luke’un suratına yapıştırmalıydım. Sinirlendirmişti beni. Önce Annabeth’i, şimdi de beni kendi tarafına çekmeye çalışıyordu. Var mıydı başka isteği?
“Boşuna nefesini tüketme Luke. İkimizde sana katılmayacağız.”dedim. Pek de umduğum gibi bir cevap değildi ama ne yapalım? Elimden bu kadarı gelmişti. En azından kekelemeden konuşuyordum. Buna sevinmiştim. Luke:
“Size son bir şans vermek istemiştim. Sanırım siz bu son şansınızı da kaybettiniz. Artık olacaklardan ben sorumlu değilim.” dedi ve oturduğu yerden yavaşça kalktı. Kapıya yöneldi ve kapıdakilere beni almalarını işaret etti. Sonrada kendisi de çıkıp gitti. Kapının önündeki iri yarı adamlar beni sürükleyerek odama geri götürdüler. Yeniden beni yatağa bağladılar. Bu sefer daha sert bağlamışlardı. Acaba Annabeth şu anda nasıldı? Onu düşünmekten alamıyordum kendimi. Bekledim, bekledim ve bekledim. Ama ne gelen ne de giden vardı. Sıkılmaya başlamıştım. Aradan saatler geçti. Yine bir hareketlilik yoktu. Beklerken uyuya kaldım. O iri yarı adamlardan birinin dürtmesiyle uyandım. Beni bağladıkları yataktan çözdüler. Ama ellerimi yeniden bağladılar. Beni çok sıkı tutuyorlardı. Yürümek dışında hareket edemiyordum. Biraz yürüdükten sonra güverteye çıktık. Annabeth de oradaydı. Onu da bağlamışlardı. Ama daha iyi görünüyordu. Yani yakalanıp Luke’un gemisine getirilmeden önceki halinden. Kim bilir ben nasıl gözüküyordum. Kesin saçım başım dağılmıştı ve üstüm başım savaştan çıkmış gibi görünüyordu. Bu düşünceleri hemen aklımdan sildim. Çünkü düşünmem gereken daha önemli şeyler vardı. Mesela Annabeth’in yaşamasını sağlamak. Annabeth’in yaşaması için gerekirse kendi hayatımı verirdim. Ne olursa olsun Annabeth’i buradan sağ çıkaracaktım. Bizden biraz sonra Luke geldi. Üstünde her zamanki kıyafetleri yani kot pantolon, beyaz bir t-shirt, t-shirtün üstüne de yunan zırhı giymişti. Belinden kılıcı Arkadan Bıçaklayan sarkıyordu. Annabeth’le beni tutan adamlara işaret etti ve gemiden indi. Ardından da biz indirildik. Bir tapınağın girişine kadar sürüklendik. Tapınağın içi serindi ve güzel işlemelerle süslenmişti. Hangi Tanrının tapınağı olduğunu çözemiyorduk çünkü etrafta on iki büyük Tanrı ve Tanrıçanın işaretleri vardı. Sanırım burası bütün Tanrı ve Tanrıçalara ortak adanmış bir tapınaktı. İçerisi muhteşemdi. Beyaz yunan taşlarının üstüne on iki Tanrı ve Tanrıçanın resimleri oyulmuştu. Tavanı epeyce yüksekti. Camlar tavana yakın, yüksek yerlerdeydi. Camlar renkliydi. Camlardan içeriye gün ışığı süzülüyordu. İçeride on iki Tanrı ve Tanrıça’nın heykelleri kenarlara dizilmişti. Zeus’un heykeli diğer Tanrı ve Tanrıçalardan biraz öndeydi. Ne de olsa Tanrıların kralıydı. Tapınağın tam ortasında bir insanın boyunda ve genişliğinde bir sunak vardı. Sunağın üstünde anlamını çözemediğim yazılar, kenarlarında ise ağaç dalları işlemeleri vardı. Üstü işlemelerle ve yazılarla doluydu. Yazıları çözmediğime göre Antik Yunanca ya da İngilizce değildi. Luke beni tutan adamlara işaret etti. Beni sunağın yakınına getirdiler. Luke diğer adamlara Annabeth’i dışarı çıkarmalarını söyledi ve Annabeth’i çıkardılar. Luke:
“Onu sunağın üzerine yatırın.” dedi. Adamları beni hemen sunağın üzerine yatırdılar. Çırpınıyordum. Bütün iplerimi çözmek zorunda kalmışlardı. Kaçmaya çalışıyordum. Ama Luke’un adamları beni çok sıkı tutuyorlardı. Luke:
“Nerde kaldı bu kadın!” diye bağırdı. Diğer adamlarına dışarı çıkıp bakmalarını işaret etti. Adamlar tam çıkıyorlardı ki içeriye bir kadın girdi. Kadın güzeldi. Üzerinde uzun kat kat kollu, ayaklarına kadar uzanan zarif, ipek bir elbise vardı. Uzun, kahverengi saçlarını örmüştü. Bu kadını daha önce görmüştüm. Bu kadın Kirke’ydi. Annabeth’le onun adasına gitmiş ve adasındaki büyüyü bozmuştuk. Kirke bir büyüydü ve insanları adasında kalmaları için büyülüyordu. Adasındaki büyüyü bozduğumuzda Annabeth’le bana çok kızmıştı. Sanırım hala kızgın olmalıydı. Yanıma yaklaştı ve:
“Yeniden görüştük Percy Jackson. Sanırım şimdi benim için intikam vakti. Ne yazık ki seni öldüremem ama acı çekeceksin. Bu da bana yeter.” dedi ve gülümsedi. Ama bu gülümseme hiç de dostça değildi. Daha çok acıma doluydu. Ardından Luke’a baktı ve:
“Başlayalım.” dedi. Luke kafasını sallamakla yetindi. Kirke beline sakladığı hançerini çıkardı ve bir şeyler mırıldanmaya başladı. Sadece mırıldanıyordu hem de bilmediğim bir dilde ama onu anlayabiliyordum. Beynimin içinde sanki bir sistem vardı da Kirke’nin söylediklerini çeviriyordu. Kirke aynen şunları söylemişti:
“Verilmiş bir söz, içilmiş bir ant var. Ey Titan Tanrı Kronos! Adağımı kabul et!”diye bilmediğim bir dilde bağırdı. Sonra mırıldanmaya başladı. Mırıldandığı şeyi anlıyordum. Mırıldanırken bir yandan elimi tutup elindeki hançerle kesti. Küçük bir kesik açmamıştı. Kocaman bir kesik açmıştı. Canımı çok yakmıştı ama sadece dilimi ısırdım çığlık atacak değildim ya! Elimdeki yaradan oluk oluk kan akıyordu. Kirke akan kanımı altından bir kaba doldurdu. Hala bir şeyler mırıldanmaya devam ediyordu. Elinde altın kapla sunağın etrafında dönüyordu. Luke’un adamları beni hala tutuyorlardı. Hareket edemiyordum. Kirke yüksek sesle konuşmaya başlamıştı. Hala farklı bir dil konuşuyordu. Kirke:
“Ey Tartarus! Çağrıma kulak ver. Titan Kral Kronos’u serbest bırak! Bu adağımı kabul et!” dedi ve kanıma bakıp bir şeyler mırıldandı. Gözleri altın sarısına dönmüştü. İçinde kanımın bulunduğu altın tastan kara bir duman yükseldi. Ardından kara dumanlar yere saçıldı ve gözden kayboldu. Bir köşede sabırsızca bekleyen Luke:
“Oldu mu?” diye sordu ve elini altın tasın içine soktu. Hem de hala içinde kanım varken. Sonra elini tasın içinde gezdirdi. Sanki tasın içinden bir şeyi almaya çalışıyordu. Kirke:
“Çek ellerini içinden Luke! Anahtarı sadece kanın sahibi alabilir.” dedi ve Luke’a bilmiş bilmiş baktı. Sonra tası benim önüme getirdi ve bana:
“Anahtarı içinden al.” dedi. Bende:
“Neden size yardım edecekmişim ki?” dedim oldukça cesur görünmeye çalışarak. Bunun üzerine Kirke:
“Eğer anahtarı içinden almazsan dışarıda bekleyen arkadaşını bir daha göremezsin.” dedi sakince. Önce yutkundum ve sonra elimi kanımın içine daldırdım. İçindeki anahtarı alıp Kirke’ye verdim. Başka çarem yoktu. Yoksa Annabeth’e zarar vereceklerdi. Ne zarar vermesi onu öldüreceklerdi! Anahtar altın sarısı bir renkteydi. Üstünde Antik Yunanca yazılar ve işlemeler vardı. Onun dışında bildiğimiz anahtar gibiydi işte. Kirke:
“Tamamdır Luke. Her şey umduğum gibi oldu. Hiçbir problem ya da eksik yok. Artık gidebiliriz.” dedi ve anahtarı alıp gözden kayboldu. Ardından Luke adamlarına beni gemiye götürüp yaralı elimi sarmalarını söyledi. Adamları beni sürükleye sürükleye gemideki odama geri götürdü. Ellerimi çözüp beni yatağa geri bağladılar. Karşı koyamıyordum. Çok güçlülerdi. Ayaklarımı da bağladıktan sonra elimi sardılar. Yine saatlerce yatakta bağlı olarak öylece yattım. Bu beni sinir ediyordu. Bir süre sonra Annabeth’in bağırıp çağıran sesini duydum. Ne dediğini anlamıyordum ama hoş bir şeyler söylemiyordu sanırım. Ya ona bir şey yapıyorlarsa? Bende bağırmaya başladım. Annabeth’in ismini haykırıyordum. Sanırım Annabeth beni duymuştu. O da şimdi benim adımı haykırıyordu. Ardından bir sürü ayak sesi geldi. Ama geldikleri gibi geçip gittiler. Daha sonra odama doğru bir sürü ayak sesi geldi. Odama yaklaşıyorlardı. Geçip giderler diye düşündüm ama öyle olmadı. Odamın içine daldılar. Yanlarında elleri bağlı bir biçimde Annabeth de vardı. Beni gördüğü an gözleri kocaman açıldı. Benim başka bir durumda olduğumu düşünmüştü sanırım. Beni yataktan çözdüler. Ama hala ellerim ve ayaklarım bağlıydı. Daha sonra ellerimden beni yatağa bağladılar ama bu sefer yatmıyordum, oturuyordum. Annabeth’i de yanıma bağladılar. Sonra da dışarı çıktılar. Yalnız kaldığımızda Annabeth direk bana sarıldı ve:
“Aman Tanrım yaşıyorsun!” dedi. Bende ona:
“İyi misin? Bir şeyin yok ya?” dedim ve yaralanmış mı diye onu incelemeye başladım. Annabeth:
“İyiyim. Yok, bir şeyim, merak etme. Tapınakta ne oldu. Beni çıkardılar. Senin için çok endişelendim.”dedi. Benim için endişelenmişti! Tabi ki de endişelenecekti. En yakın arkadaşımdı. Şimdilik. Bende ona:
“İçeri Kirke geldi. Elimi kesip kanımı bir kâseye doldurup bir şeyler mırıldandı. Sonra da kâsenin içinden bir anahtar çıktı.”dedim. Sanırım yeterince açıklayıcı olmuştu. Ayrıntılara pek girmek istemiyordum açıkçası. Annabeth bana tedirgin bir şekilde bakmaya başlamıştı. Bana:
“Percy anahtar neye benziyordu?” diye sordu. Bende ona:
“Altın sarısı, üstünde Antik Yunanca yazılar olan, işlemeli tipik bir anahtardı. Ama uç kısmı biraz garipti yani girintili çıkıntılı değildi. Düzdü.”dedim. Bunun üzerine Annabeth’in gözleri iyice açıldı. Sonra bana:
“Percy o anahtar Tartarus’un Anahtarı’ydı. Bu anahtar Tartarus’un kapılarını seçilen herhangi bir ruh için açabilir ve kapatabilir. Kronos da dâhil. Gereken tek şey Üç Büyük Tanrılardan birinin çocuğunun kanı ve tecrübeli bir büyücü. Kronos’u Tartarus’tan çıkaracaklar! Hemen kamptakilere haber ulaştırmalı ve anahtarı ele geçirip yok etmeliyiz!” dedi ve bileklerindeki ipleri zorlamaya başladı. Bu kız ne kadar da hızlı düşünüyordu yahu? Hemen yapmamız gerekenleri sıralamıştı. Ama ayrıntılara girmemişti. Ayrıntılar önemliydi. Bir süre ayrıntıları düşünüp plan yaptık sonra da planın ilk aşamasını yapmaya başladık. Öncelikle iplerden kurtulmalıydık. Ama o kadar da kolay değildi. Saatlerce uğraştık ama ilerleme kaydedemedik. Böylece planımız suya düştü ve yeni bir plan geliştirdik. Yeni plan kamptakilerin yokluğumuzu fark edip ve bir şekilde yerimizi bulup bize yardıma gelmelerinden ibaretti. Sonra konuyu değiştirip içinde bulunduğumuz duruma odaklandık. Sonunda Annabeth durumu toparladı. Annabeth:
“Pekâlâ. Şu anda Luke’un gemisi Prenses Andromeda’dayız. Esir durumdayız. Luke bizden istediğini aldı. Büyük ihtimalle de şimdi bizi öldürecek. Ama neden –“ derken gemide büyük bir gümbürtü koptu. Ya Titanik filmindeki gibi bir buzdağına çarpmıştık ya da bir şey gemiye doğru saldırıyordu. Alarmlar çalmaya başladı. Bir sürü ayak kapımızın önünden geçip gitti. Sanırım ikinci tahminim tutmuştu. Annabeth’in de aynı şeyi düşündüğünden emindim. İkimizde aynı anda birbirimize baktık ve o anda sessiz bir şekilde anlaştık. İkimizde var gücümüzle ipleri çekiştirdik ama sonuç yine aynıydı. Sonra beklemeye başladık. Başka yapabilecek bir şey yoktu. Bu da bizi delirtiyordu! Sonunda odamızın kapısı zorla açıldı. İçeri giren Clarisse’ydi. Clarisse:
“Selam çocuklar. Sizi almaya geldik. Yaralı mısınız?” diye sordu. Bende:
“Hayır. Gel de yardım et. Çöz ellerimizi” dedim. O da homurdanarak ipleri çözmeye başladı. Sonra da:
“Bu kıyağımı unutma Jackson”dedi. Bende:
“Yok ya. Bir kez beni kurtardın diye havalara girme Clarisse.” dedim. O da bana bir “demek öyle” bakışı fırlattı ve:
“O zaman buradan kurtulmakta size iyi şanslar” dedi. Annabeth araya girdi. Annabeth:
“Dur Clarisse! Gitme!”dedi. Clarisse de sırıtarak arkasına döndü ve iplerin geri kalanını da çözdü. Sonra Annabeth’le ayaklarımızı çözdük. Clarisse Dalgakıran’ı getirmişti. Dalgakıran benim büyülü kılıcımdı ama kampta kalmıştı. Normalde büyülü olduğundan nerede olursa olsun cebime geri dönerdi ama bu sefer üstümde farklı pantolon vardı. Dalgakıran diğer pantolonumda kalmıştı. Clarisse’ye teşekkür ettik ve geminin güvertesine çıktık. Kheiron da gelmişti. Kheiron:
“Selam çocuklar. İyi misiniz?” diye sordu. İkimizde kafamızı salladık. Sonra olanları olabildiğince hızlı bir şekilde Kheiron’a anlattık. Sonunda Kheiron’un belli belirsiz homurtusunu duydum. Duydukları pek hoşuna gitmemişti anlaşılan. Nasıl gidebilirdiki? Kheiron:
“Percy, sen, Annabeth ve Clarisse gidip Luke’u bulun. Anahtarı buraya getirin. Onu yok etmek kolay olmayacak ama denemek zorundayız. Çabuk olun Luke’u kaçmadan yakalamalıyız!”dedi ve karmaşanın içinde gözden kayboldu. Üçümüz hemen harekete geçtik. Luke’u bütün gemide aradık ve sonunda ilk başta Annabeth’le sürüklendiğimiz odada onu bulduk. Toplanıyordu. Tam arkasını döndüğü anda kapıdan girdik. Savaşa hazırdık. Annabeth hançerini, ben ve Clarisse ise kılıcımızı çıkarmıştık. Luke’un yanındaki iki koruması bize saldırdı. Clarisse ve Annabeth onlarla dövüşmeye başladılar. Bu sırada Luke aradan anahtarla beraber kaçmaya çalışıyordu. Teke tek kalmıştık. Sonunda. Uzun süredir Luke’un yüzüne yumruğumu indireceğim anın hayalini kuruyordum. Kılıcımla yolunu kestim. O da kılıcını çıkarmak zorunda kaldı. Kılıcı Arkadan Bıçaklayan’ı hızlı ve çevik bir şekilde ortaya çıkardı. Luke kılıç dövüşünde gerçekten de çok iyiydi. Ama ben de öyleydim. İlk hamleyi ben yaptım. Aşağıdan saldırmıştım. Çünkü Luke kılıcını her zaman yukarıda tutar aşağı tarafını savunmasız bırakırdı. Ama çevikti hemen hamlemi engelledi. Sürekli ben saldırı hamleleri yapıyordum. O ise savunmada kalıyordu. Ama şimdi saldırı sırası ona gelmişti. Bütün gücüyle kılıcını aşağıdan savurdu. Çok aşağıdan savurmuştu. Üstünden zıplayıp hamlesini savuşturdum ve ona ortadan saldırdım. Kılıçlarımız ortada buluştu. İkimizde var gücümüzle kılıçlarımızı ittiriyorduk. Sonunda Luke’un kılıcı elinde dönüp yere düştü. Tam onu almaya uzanacakken kılıcımla onu durdurdum. Anahtarı aldım. O sırada arkamdan Clarisse ve Annabeth geldi. Korumaları halletmişlerdi. İkisi de kan ter içinde kalmışlardı. Sanırım ben de onlardan pek de farklı bir durumda değildim. Sonra arkamızdan toynak sesleri geldi. Kheiron gelmişti. Hemen Luke’u yakaladılar. Ama sanırım zamanlamamız kötüydü çünkü gemi kıyıya demir atmıştı ve kıyıdan Luke’a destek gelmek üzereydi. Hemen gemiden çıkmak zorundaydık. Olabildiğince çabuk gemiyi boşalttık ama Luke’u aradan sıvışmıştı. Yine. Onu yeniden yakalayacak vaktimiz yoktu. Bizde onu daha sonra yakalarız düşüncesiyle bıraktık. Anahtarı almıştık. Önemli olan buydu.
** ** **
Sonunda kampa varmıştık. Kheiron dinlenmemize bile fırtsa vermeden bizi odasına çağırdı. Hemen Büyük Ev’deki Kheiron’un odasına gittik. Kheiron:
“Hoş geldiniz çocuklar. Dinlenmenize bile fırsat vermeden sizi çağırdığım için kusura bakmayın ama bu konu bekleyemez. Hemen halletmeliyiz.”dedi ve anahtarı ortaya çıkardı. Bunu yok etmenin iki yolu var. Ya bir Tanrı veya Tanrıça’ya verip ondan anahtarı yok etmesini isteyeceğiz ya da Kirke kadar güçlü bir büyücü bulup ondan anahtarı yok etmesini isteyeceğiz.”dedi. Annabeth ile ikimiz aynı anda:
“En iyisi birinci seçenek.” dedik. Kheiron:
“Tamam, o zaman. Bu gece dinlenin. Yarın sabah erkenden Olimpos’a doğru yola çıkarsınız” dedi. Ardından Annabeth’le ayrıldık ve kendi kulübelerimize gittik. Kendimi hemen yatağıma attım ve anında uyuya kaldım.
** ** **
Ertesi sabah daha güneş doğarken birinin üzerimden yorganımı çekivermesiyle uyandım. Bu kişi Clarisse’den başkası değildi. Clarisse:
“Hadi kalk uykucu!” diye seslendi. Bende ona uyku sersemi:
“Azcık daha” dedim. O da bana:
“ Hadi ama kalk çabuk! Yoksa görevimize geç kalacağız.” dedi. Bir dakika. Clarisse “görevimiz” mi demişti? Ona:
“Görevimiz mi?” dedim. O da:
“Evet. Görevimiz. Bende geliyorum.” dedi. Gözlerimi kocaman açarak:
“Ne?!” dedim. Clarisse iyi bir savaşçıydı ama bana takıntısı vardı. Benle dalga geçmeden duramazdı. Ama çok yakın arkadaşlardık. Ayrıca benden intikam almak istiyordu. Onu baştan aşağı ıslattığım günün intikamını… Clarisse:
“E hadi ama.” dedi. Hemen yataktan fırlayıp çantamı hazırladım. Üstümü de değiştirip dışarı çıktım. Annabeth ve Clarisse beni bekliyordu. Hemen yola çıktık. Bir taksiye binip Empire State binasına gitmemiz gerekiyordu. Olimpos Empire State binasının 600. katındaydı. Oraya çıkmak için asansörü kullanmamız yeterliydi. Annabeth:
“Pekâlâ, planı açıklıyorum. Empire State binasına giriyoruz. Resepsiyondan anahtarı alıyoruz. Asansöre binip anahtarı kullanıyoruz. Olimpos’a giriyoruz. Taht Odası’na gidip anahtarı Tanrılara ve Tanrıçalara veriyoruz. Onlar da anahtarı yok ediyorlar. Bu kadar.” dedi. Clarisse’yle ben kafamızı sallayarak planı onayladık. Hemen bir taksiye binip Empire State’e gittik. Tam taksiden indik binaya girecektik ki kapıdaki kişiyi gördüğümüz anda hepimiz donakaldık. Şimdiden gemide onun peşini bıraktığıma pişman olmuştum. Kapının önünde yanındaki korumalarıyla Luke duruyordu.
** ** **
Luke’a görünmeden içeri girmeliydik. Ama imkânsız gibi bir şeydi. Adamları bütün giriş ve çıkışları tutmuştu. Aklıma bir fikir geldi. Clarisse ve Annabeth’e dönüp:
“Karakorsan’ı ve Etlibörek’i çağıralım. Bizi çatıya bırakırlar. Oradan da Olimpos’a geçeriz.”dedim. Annabeth:
“İyide anahtarı nasıl alacağız? Anahtar resepsiyonda ilk katta olacak. Luke’un adamları bizi görecektir.”dedi. Bende:
“Bir şekilde onların dikkatini başka bir yöne çekmeliyiz.”dedim. Clarisse:
“Tamam, tamam. Ben yaparım. Ben dikkatlerini dağıtırken anahtarı alıp asansöre binin görünmeden. Ben yakalanmadan binadan uzak bir yerde sizi beklerim. Çıkışta pegasusları çağırırsınız, beraber döneriz.”dedi. Tamam, planımız hazırdı. Umarım yemi yutarlardı. Bende:
“Başlayalım.” dedim ve binadan uzak bir yere geçip ıslık çaldım. Yarım saat kadar sonra Karakorsan ve Etlibörek geldiler. Annabeth’le pegasuslara bindik ve binanın çatısına indik. Oradan Clarisse’ye işaret verdik ve o da dikkatleri dağıtmaya başladı. Bu sırada bizde aşağı inip resepsiyondan anahtarı aldık ve asansöre binip Olimpos’a çıktık. Manzara her zamanki gibi nefes kesiciydi. Olimpos’ta gün batımıydı. Etraf turunculaşmıştı. Kısacası harika bir görüntü vardı ama biz acele etmeliydik. Anahtardan bir an önce kurtulmak istiyorduk. Hemen Taht Odası’na gittik. Önümüzde kocaman saf altından bir kapı vardı. Geldiğimizi anlayınca kapı otomatik olarak açıldı. Annabeth de bende anında eğildik. Birkaç saniye sonra karşımızda on iki Olimpos Tanrısı vardı. Zeus:
“Yaklaşın melezler.” dedi. Sesi yeri göğü inletiyordu. Ama sesi bir o kadar da nazik ve yumuşaktı. İkimizde hemen Zeus’un önüne kadar yürüyüp diz çöktük. Zeus:
“Neden buraya geldiğinizi biliyoruz. Anahtarı bana verin.” dedi. Sesi emredici değil daha çok teşvik ediciydi. Hemen çantamdan anahtarı çıkarıp Zeus’a uzattım. Anında anahtarı tuzla buz etti. Ne de olsa tanrıydı o. Onun için kolaydı. Ardından Zeus Annabet’le bana dönüp:
“Anahtarı bize getirip yok etmemizi sağladığınız için teşekkür ederiz melezler.”dedi. Sesi şefkatten uzaktı. İğneleyiciydi. Melez kelimesini hoş olmayan bir şekilde telaffuz etmişti. Zeus melezlerin yardımına ihtiyaç duymaktan nefret ederdi. Daha çok bizim ona ihtiyaç duymamızı beklerdi. Haklıydı ama bu bizim suçumuz muydu? Bize kızmasına, bizi küçümsemesine hiç gerek yoktu. Ardından Zeus:
“Gidebilirsiniz.” dedi. Taht Odası’ndan çıkmadan önce babam Poseidon’a bakmayı unutmadım. Bana göz kırptı. Kısaca teşekkür ediyordu. Ona gülümseyip odadan çıktım. Aynı şeyi Annabeth’in de yaptığını gördüm. O da annesi Athena’ya bakıp gülümsüyordu. Ardından geldiğimiz gibi asansörden geri döndük. Hızlı olmaya çalışıyorduk. Clarisse aşağıda bizi bekliyordu. Hemen Empire State’in çatısına çıktık ve çağırdık. Beş dakika geçmeden geldiler. Aşağıdan Clarisse’yi de alıp kampa döndük. Kheiron’a hemen bütün ayrıntıları anlattık. Kheiron en son:
“Dinlenmeye çekilebilirsiniz.” dedi. Clarisse ve Annabeth hemen dinlenmeye gittiler. Ama ben kaldım. Kheiron’a sormam gereken son bir şey vardı. Kheiron’a:
“Kheiron, bizim Luke’un gemisinde olduğumuzu nasıl anladınız?”dedim. Kheiron:
“Annen eve dönmediğini söyleyince eve giden yolunuzdaki her yeri gezdik ama sizi bulamadık. Ortadan kaybolmuştunuz. Kıyıda Luke’un gemisini görünce onun başının altından çıktığını anladık. Böylece gelip sizi kurtardık işte.”dedi. Bende:
“Peki. Ben gidip dinleneyim o zaman.” dedim. Ve gidip yattım.
** ** **
Ertesi gün Annabeth’le beraber deniz kıyısına indik. Muhabbet ediyorduk işte öyle havadan sudan. Sonra ben:
“Annabeth biraz yüzelim mi?”dedim. Aslında sadece yüzmek istemiyordum. Ona bir şey sormak istiyordum. Annabeth:
“Peki. Ama çok ilerilere gitmeyelim. Yüzmekte pek iyi değilimdir.”dedi. Bende cevap olarak ayağa kalktım ve ona elimi uzattım. O da elimi tuttu ve beraber denize girdik. Ayağımızın altında hala kum vardı. Açıklığa kadar gitmemiştik. Yürüyorduk suyun içinde. Annabeth’e:
“Korkuyor musun?” dedim. Annabeth:
“Hayır. Nereden çıktı şimdi?” dedi. Sonra ben gülümseyerek:
“Çünkü titriyorsun.”dedim.”Sen sudan korkuyorsun.” diye de ekledim sırıtarak. Annabeth de sonra üstüme su sıçratarak:
“Hayır!” dedi. Sonra bende ona su sıçratarak:
“Evet, korkuyorsun.” dedim. Böylece bir su savaşı başlamış oldu. Bir süre böyle devam etti. Eğleniyorduk. Sonra Annabeth’in ayağı takıldı. Az kalsın düşüyordu ama ben onu tuttum. Sonra kaldırdım. Birbirimize çok yakındık. Güneş batıyordu. Etraf turunculaşmıştı. Kısacası çok romantikti. O sırada ona sadece onun duyabileceği bir sesle:
“Seni seviyorum.” dedim. Gözlerimin içine baktı. Annabeth’in gözleri çok güzeldi. O anda ikimizde birbirimizin gözlerinin içine bakıyorduk. Kısa bir duraksamadan sonra Annabeth:
“Bende seni seviyorum.” dedi ve gülümsedi. Aramızda azıcık bir mesafe vardı. Bu mesafeyi kapatan ben oldum…