Güneş işlediği günahların bedelini ödetmek istercesine parlıyor, fersahlarca ötelere uzanan kum tepeleri ise güneşin kızgın hiddetini yankılıyordu. Her nefes bir ıstırap olmuştu artık. Boğazı ayaklarının altındaki sıcak kumlardan yutmuşçasına acı veriyordu. Ciğerleri alev soluyormuş gibi yanıyordu. Kuruyup çatlayan dudakları iki gün önce biten suya hasret kalmıştı. Başına bağladığı koyu renk gömleğinde tuzlu terinin bıraktığı izler beyaz dalgalar halinde yayılıyordu. Cebinden pusulasını çıkarıp baktı. İğnenin kırmızı renkli ucu sol omzunun arkalarında bir yönü gösteriyordu. Öğle vaktini geçeli çok olduğu için güneş batıya, yani önündeki kum tepelerine doğru ağır ağır yol alıyordu. Bir küfür fısıldayarak pusulasını cebine tıktı. Kırmızı ibreye göre bugün ikinci kez kuzey ile güney doğu yer değiştirmişti.
Bu ıssız çölde yön bulmak insanı çıldırtan bir sorundu. Kerteriz alacak bir yer yoktu. Gece, yıldızlara bakarak yönünü tayin edemiyordu. Çünkü bir gece tespit ettiği takımyıldızlarını ikinci gece bulamıyordu. Geçen gün pusulasının kuzey olduğunu iddia ettiği yönde güneş batmıştı. Bu lanetli yerde güneşe bile güvenemiyordu. Yılanlardan, zift kadar kara akreplerden kaçınmak için gece bir gözü açık uyuyordu. Yol azığı üç gün önce bitmişti, ertesi gün de su tulumları boşalmıştı. Ama her nasılsa hala hayattaydı ve her nasılsa hala gideceği yönü gözü kapalı bulabiliyordu. Şu anda güneşin yakıcı nefesinden ve susuzluğun kuru pençelerinden sonra onu en çok rahatsız eden şey kafasının içindeki bu yön duygusuydu. Ve ne olduğunu dahi bilmediği bir “amaç” hissi…
Bir dürtüydü onu bu ölümcül ıssızlığa getiren. Yıllarca kafasının içinde bala düşen sinek gibi vızıldanıp durmuştu. Gezdiği onca kalabalık şehirlerden birinde kaybolsa veya ağaçların neredeyse birbirine yapışacak kadar sık olduğu ormanlardan birinde yönünü yitirse hiç tereddüt etmeden şu an gittiği yönü gösterebilirdi. Algısını en sert içkilerle bile boğsa o beklenti hissi tehditkâr bir gölge gibi aklının bir köşesinde duruyordu.
Kendi halkı arasındayken uzun boylu olduğunu düşünürdü. Yıllarca fersahlarca yol kat etmiş, artık adını bile unutmaya başladığı bir yığın şehir görmüştü. Eğer bunlar çölün ortasındaki adama bir şey öğretmişse o da sandığı kadar uzun boylu olmadığı idi. Siyah saçları bir zamanlar beline kadar uzanırdı. O zamanlar onurlu bir savaşçıydı ve geldiği yerdeki her onurlu savaşçı gibi o da uzun saçlarını mensubu olduğu birliğin tokaları ile toplardı. Şimdi ise birliğinden atılmıştı. Yaşadığı utanç yüzünden saçlarını kesmiş, birkaç şey hariç birliğini temsil eden her şeyi yakmıştı.
Çekik gözleri gittiği her yerde dikkatleri üzerine çekmişti. Saman sarısı saçlı, gök gözlü barbarların yaşadığı kuzeydeki bir şehirde irikıyım bir eşkıya lideri içkinin şişirdiği cesaretine güvenip ona “kedigözlü” diye lakap takmıştı. Aslına bakılırsa takmaya çalışmıştı. Boğazını yumruklayıp nefes borusunu ezince sarhoş herifin adamları alaycılığın hiç de kibar bir davranış biçimi olmadığı konusunda hemfikir olmuşlardı.
Gözleri bir zamanlar kömür kadar siyahtı. Bir balıkçı köyünde annesi ile beraber yaşayan küçücük bir çocukken bir gün barbarlar köyüne akın etmiş ve köle yapılmaya değecek herkesi kaçırmış, direnenleri kılıçtan geçirmişlerdi. Annesi de direnenler arasındaydı. Kaçırıldıklarının ertesi günü kendisini bir sunağa kurban edilmek üzere bağlanırken bulmuştu. Ne kadar çabaladıysa da bağlarından kurtulamamıştı. Onu kurban edecek olan adama yalvarmış ama lafını dinletememişti. Bir yığın seyirci ilahileri söyleyerek onun katledilmesini bekliyorlardı. Bıçağın yukarı doğru kalktığını, çeliğinin gün ışığında parladığını hatırlıyordu. Bir de adamın göğsündeki tuhaf dövmeyi… Sonrasında en net anımsadığı şey viraneye dönmüş bir yerde gözlerini açtığı idi. Etrafında bir tane canlı yoktu. Ve o günden beri irisleri yakutlar kadar kırmızıydı.
Elmacık kemikleri çıkıktı ve köşeli çenesi yüzüne kararlı bir ifade veriyordu. Yakışıklı bir yüzü olduğunu düşünmemesine rağmen kadınlarla arası hep iyi olmuştu. Belki yerli yersiz yüzünde beliren o gülümsemenin işiydi belki de çekik gözleri ve hafif sarıya kaçan solgun teni onlara ilginç geliyordu. Ya da tuhaf aksanıydı onlara çekici gelen. Ama her zaman gülümseme işe yaramayabiliyordu. Özellikle bazı batıl inançlı insanlar gözlerini fark ettiklerinde adamı uğursuzluk alameti addedip yanlarından kovalamaya kalkıyorlardı. Ama batıya doğru yol aldıkça insanların gözlerindeki korku dolu bakışlar yerini meraka bırakıyordu. Gözlerini soranlara bu rengin halkı arasında çok yaygın olduğu yalanını söylüyordu. Halkının pek dış toprakları ziyaret etmemesi onun işine yaramıştı. Böylelikle onun görünüşünü yurttaşları ile karşılaştıramıyorlardı.
Güçlüydü ve belinin sol tarafında koyu kırmızı kınının içinde duran kılıcını ustalıkla kullanırdı. Kılıcı ülkesinin en mahir demircisi tarafından dövülmüştü. Ülkesinde böyle bir kılıcı taşımak büyük bir onurdu. Sadece yeteneklerini ve cesaretlerini ispatlamış Mühür Muhafızları böylesi zarif bir silahı taşıyabilirlerdi. Çöldeki adam kendi Kılıç Sınavı’nı iyi hatırlıyordu. Kadim Sanat’a daha yeni hâkim olduğu zamanlardı. Bu yüzden Sanat’ın sağladığı Yetilerini üç yüz gün boyunca kullanmayacaktı. Tek başına yollandığı bir devriye görevi sırasında karşısına çıkan o üç ifritle dövüşürken yasağı çiğnemesine ramak kalmıştı. Kurallara uymanın bedelini sol koluyla ödeyecekti neredeyse. Ama dövüşü kazanmış, kendi kılıcını dövdürmeyi de hak etmişti.
Kılıcı inceydi ve bir tarafa doğru zarif bir kavisi vardı. Sadece bir yanı keskinleştirilmişti. “Keskin tarafı saldırı, kör tarafı savunma için” derdi kılıcı döven demirci. Kabzasında koruma demiri yoktu. Kabzasına yakın bir yerde, kılıcın iki yanına da, sivri pençeli ayakları ile güneşe sarılmış, aslan yeleli kanatsız bir ejder figürü işlenmişti. Böyle bir kılıcın çeliği Kadim Sanat ile dövülür ve onu kullanacak savaşçının kanı ile sulanırdı. Bu sayede Mühür Koruyucuları zarif kılıçlarını Yetileri ile beraber kullanabiliyorlardı.
Kılıcı ve Yetileri birçok kez hayatını kurtarmış, birçok kez de başına bela açmıştı. Mesela buradan çok uzaktaki bir liman şehrinde kızıl gözlerini fark eden şehir muhafızları onu kazığa bağlayıp yakmaya kalkmışlardı. Güneyde, adını dahi doğru düzgün telaffuz edemediği bir ülkenin asker kaçağı toplayan inzibat çavuşu kılıcını fark edip onu da ait olmadığı savaşa sürüklemeye çalışmıştı. Yobaz şehir muhafızlarının etrafına çattığı yağlı odun destelerinden Yetileri sayesinde, yüzünde sivilcesi çıkan her genci askere alan o inzibat çavuşundan ise kılıçtaki mahareti sayesinde kurtulmuştu.
Göz kapakları kurumuş göz kürelerini ıslatmak için defalarca açılıp kapandı. Görüşü biraz daha düzelmişti. Ama hala gördüğü şeyin ne olduğunu çıkaramıyordu. Yerden bir hayli yüksekte altın renginde parlak bir kubbeydi gördüğü. Çöl aklına yeni bir oyun mu oynuyordu? Bir serap mıydı o “şey”? Kürenin altından beyaz bir sütun yere doğru iniyor, yere yaklaştıkça sütunun çapı da genişliyordu. Çok sonraları onun bir kule olabileceğini kavradı. Ama bu ıssızlığın ortasında kavisli altın kaplama çatısı olan bu devasa kulenin ne işi olabilirdi ki? Adımlarını sıklaştırıp önündeki kum tepesini de aşmaya koyuldu. Yeni bir amaç hissi takatsiz ayaklarına can getirmişti. Belki orada su bulabilirdi? Biraz gölge belki? Ya da yiyecek bir kuru ekmek parçası? Her şeyden de önemlisi aklını kemiren sorularına cevap verebilirdi bu kulenin sakinleri…
Sıcak kumlar dizlerine kadar tırmanan yumuşak çizmelerinin boğazından içeri giriyordu. Elleriyle de vücudunu çekerek önündeki kum tepesini son bir çabayla aştı ve gözlerine inanamadı.
Önündeki düzlükte koca bir şehir uzanıyordu. Hiçliğin ortasındaydı ve öylesine güzel, öylesine zarifti ki… Bembeyaz duvarlar şehrin her tarafını çevreliyordu. Büyük altın işlemeli kapının iki yanında tepelerine altın kaplama kavisli kubbeler oturtulmuş kuleler yükseliyordu. Beyaz surların üzerinde mavi bir mozaik şeridin içinde uzaktan tam olarak seçilemeyen bir şeyler yazıyordu. Surların ardında ise birbirinden ihtişamlı saraylar ve minareler yükseliyor, yeşil ağaç öbekleri gökyüzüne uzanıyordu. Ama bu şehirdeki en ihtişamlı şey tam ortasında yükselen o kuleydi. Hayatında o kadar yüksek, o kadar görkemli ve o kadar “imkânsız” bir şey gördüğünü hatırlamıyordu. Kare şeklinde, geniş terasları olan bir piramidin üzerinde gökyüzüne doğru yükseliyordu. “Bunu yapanlar güneşe ulaşmaya çalışmış olmalılar” diye düşündü bir an için. Kulenin ak duvarlarında mavi renkli bir şerit vardı. Sarmal çizerek tepedeki altın kubbeye ulaşan şeridin üzerinde de surların üzerindekine benzer bir yazı olduğunu tahmin etti.
Hayran hayran şehri izlerken aklına bir an için neden bu kadar yüksek bir kuleyi daha önce fark etmediği geldi. Zihninin derinliklerindeki o yön hissi nabız gibi atmaya başlamıştı. O “his” de kuleyi işaret ediyordu. İçinden gülmek geliyordu ama buna mecali kalmamıştı. Eğer biraz daha etrafının farkında olsaydı arkasında ona gizlice yaklaşan birisi olduğunu anlardı. Ense köküne yediği sert bir darbeyle şehir gözlerinin önünde karanlığa gömüldü.
Tok bir erkek sesi duyduğunu zannetti. Adam birisine bir adamın ellerini bağlamaktan söz ediyordu. Bir başkası ise o adamı hemen öldürmeyi önermişti. Kulaklarını boğuk bir uğultu kapladı. Sonra birden gözlerine ışık hücum etti. “Aman tanrım!” diye haykırdı birisi. “Gözlerine bakın! Bu şeytanlık da nesi?”
“Bu adam hala uyanık.” diye fısıldadı ilk ses. Gözlerinin önünde bir gölge belirdi. Sonrasında tek hatırladığı şakağına inen sert bir yumruktu…
…yemyeşil çimenlerle kaplı bir vadinin ortasındaydı. Ufku ağaçsız, yeşil tepecikler dolduruyordu. Güneş kalın koyu bulutların arkasında bir yerlerdeydi. İçini sıkan bir sessizlik hâkimdi etrafa. Bir kuş veya çekirge sesi duyamıyordu. Gözüne bir yön kestirip yürümeye koyuldu. Önceden sürülüp ekilmiş bir toprak veya yerinden oynatılmış bir kaya yoktu etrafında. Ne de binek hayvanlarının bıraktığı izler ve pislikler vardı. Buraya hiç insan eli değmemişti. Aslında burada herhangi bir hayvanın yaşadığından da şüpheliydi. Nasıl gelmişti buraya? Neresiydi burası? Hatırlamıyordu.
İlerlemekte olduğu yönden bir rüzgâr yükseldi. Uzun çimenler rüzgârın önünde eğildiler. Havaya hafif bir çam ve kar kokusu karışmıştı. O kokuyu özlemle içine çekti. Evini hatırlamıştı. Gözlerini kapadı ve oraya dair en güzel anısını hatırlamaya çalıştı. Rüzgâr beraberinde sisi de getirmişti. Küçük yeşil kubbelerin etrafından dolaşıyor ona doğru geliyordu. Adımlarını yavaşlattı ama durmadı. Sis ona doğru yaklaştı ve boz renkli, nemli bir battaniye gibi sardı. Görüşünü boğdu, kulaklarını sardı. Artık ne burnundan ötesini görebiliyordu ne de rüzgârın sesini duyabiliyordu. Bir tabutun içindeymiş gibi hissetti bir an. Bu huzursuz sükûnet onu o kadar germişti ki sadece ses çıkarmış olmak için gri boşluğun ötesine doğru bağırdı. Sesinin yankısını bile duyamadı. Ellerini ileriye uzatıp körlemesine koşmaya başladı.
Neden sonra sis seyrelmeye başladı. Bunu fark ettiğinde yavaşladı. Bir karıncalanma hissetti. Durup üzerine baktı. Kendi zırhı üzerindeydi. Kalın deriden siyah ve kırmızı renklerdeydi zırhı. İki omuz parçasında da birliğinin işareti olan, altın işlemeli “güneşe sarılan ejder” vardı. Kılıcı belindeydi. Kılıcının eşi olan mızrağı ise yanında yere saplanmıştı. Burnuna tekrar o kar kokusu geldi. Ama bu sefere kara eşlik eden o ekşi kan kokusuydu. Kulakları da yeniden duymaya başlamıştı. Uzaktan iniltiler geliyordu. Birisi kesik kesik soluyor, dua etmeye çalışıyordu. Bir başkası küfrediyor, bağırıyor, lanetler savuruyordu. Sis gözlerinin önünden tamamen çekildi. Bir savaş meydanının ortasında duruyordu. Ve yerde can çekişerek ölenler de kendi silah arkadaşlarıydı.
En yakındaki askerin yanına gidip üzerine devrilen düşmanın leşini kenara çekti. Cesedi askerin üzerinden atar atmaz inleyerek geri çekildi. “Hitan!” diye bağırdı. Arkadaşının gözlerinden hayatın ışığı çekilmişti. Yüreği acı ile burkulmuştu. Biraz ileride de sırtında üç okla Kirena yatıyordu. Ölmeden düşmanlarından sekizini haklamıştı. Onun arkasında ise genç Keino boğazının yarısı parçalanmış, cansız gözlerle onu seyrediyordu. Bütün vadi silah arkadaşları ile doluydu. Acısı öfkesine karışmış, birbirini körüklüyorlardı. Dizlerinin üzerine çöktü ve yaralı bir aslan gibi bağırdı ve ağladı.
Yaşlı gözlerini silip düşmanların cesetlerine baktı. İri kılıçları ve zırhları ile, boynuzlu miğferleri ve çalıyı andıran kızıl-kahverengi sakalları ile kuzeyli barbar akıncıları andırıyorlardı. Ama başka bir şey daha vardı. Yüzlerinde güneşin içindeki sağ el ve elin içine çizilmiş bir gözden oluşan dövmeler vardı. Adam bu adamların yüzlerine dövme yaptırmasını tuhaf bulmuştu. Kuzeyli kavimler dövmeyi şeytani bulurlardı ve hiçbir zaman vücutlarına yaptırmazlardı. Üstelik böylesi büyük bir birliği oluşturmalarına da imkân yoktu. Üzüntüsü kafasında oluşan soru işaretlerini gizleyememişti.
Bir kanat sesi duyduğunu sandı ve ovanın öbür ucundan bir kuzgun uçarak Hitan’ın cesedinin yanına kondu. Kanlı gagası ve ayakları kuzgunun savaş alanını talan ettiğini gösteriyordu. Sıçrayıp Hitan’ın alnına kondu. Alay dolu kara gözlerini adama dikti ve gagasıyla Hitan’ın cansız gözüne bir hamle yaptı. Daha gagası gözbebeğine değmeden bir mızrak darbesiyle kafasını gövdesinden ayırmıştı. Mızrağına dayanıp ayağa kalktı. O anda orada ne kadar kuzgun varsa hepsi havalandılar ve savaş alanının öteki ucunda kaynaşan sisin içine doğru kaçtılar.
Bir mırıldanma duydu ve olduğu yere çöktü. Vadinin ucunda bekleşen sis sesin sahibini gizliyordu. Gri pusun içinde kısık sesle ağıt yakıyordu. Zaman zaman ses bir hıçkırıkla kesiliyor, titreyerek devam ediyordu. Ses de şarkı da ona çok tanıdık geliyordu. O olamazdı ama… O burada, bunca yıkımın, ölümün arasında olamazdı. O hüzünlü ses bir zamanlar onun ismini utangaç bir neşeyle anardı. O ses bir zamanlar yalnızca ona şarkı söylerdi.
“Mizuki” diye nefesini verdi. Mızrağına dayanıp ayağa kalktı, çünkü artık dizlerine güvenemiyordu. Kalbi göğüs kafesinden çıkmak istiyormuş gibi çarpıyordu. Ona koşmak istiyordu ama nasıl koşulacağını unutmuştu sanki. Ona seslenmek istiyordu ama kelimeler aklından uçuveriyordu. Uzun beyaz elbisesi, beline dökülen, ipek kadar yumuşak, siyah saçları, yıldızları kıskandıran çekik siyah gözleri ile güzel Mizuki sislerin arasından çıkmıştı. Kollarını bedenine sarmış, sarsak adımlarla cesetlerin arasında yürüyordu.
Mizuki’ye doğru yürümeye başladı. Sanki öğrendiği tek kelime buymuş gibi kızın adını tekrar tekrar fısıldıyordu. Kızın adı ona güç veriyordu adeta. İsmini sayıkladıkça dizleri yeniden kuvvet buluyordu. İçinden bildiği bütün şükür dualarını okumaya çalışıyordu. Sevincinden ağlamak istiyordu ama yapamazdı. Hayır, Mizuki’nin önünde olmaz, diye teskin etti kendini. Daha farkına bile varmadan mızrağını bir kenara fırlatmış ona doğru koşmaya başlamıştı. Ona sesleniyor, ismini haykırıyordu.
Mizuki’nin hüzünlü gözleri ona doğru kaydı. Adımlarını yavaşlatmadı. Ne de deli gibi haykırmaktan vazgeçti. Kız usulca eğilip yerden gönderi kırılmış bir mızrak temreni aldı. Ve birden öfkeyle haykırarak ona doğru fırlattı.
İçgüdüyle eğilip mızrak temrenini savuşturdu. Kızın bakışlarından şimdi saf nefret akıyordu. Onu hiç böyle görmemişti. Ve hiçbir bakış, hiçbir silah, hiçbir güç onu böyle yaralayamazdı. Durdu ve inanmayı reddeden gözlerle ona baktı.
“Git buradan hain! Hain! Katil!” diye bağırdı ona Mizuki. Ona doğru tükürdü ve ona lanetler yağdırdı. “Yetmedi mi aldığın canlar? Benimkini de mi alacaksın? Seni aramıza aldığımız güne lanet olsun!”
“Mizuki, benim bunlarla…”
“Sakın ismimi ağzına alma, seni hain! Sen O’nun çağrısına uydun. Evimize ölüm getirdin. Güvenimize ihanet ettin. O’nun şerri gözlerine yansımış. Ruhun da O’nunla beraber çürüsün!” Mizuki arkasını dönüp sisin içine doğru kaçtı. Şok olmuştu. Arkasından bağırıyor, bu savaşla, bunca yıkımla bir ilgisi olmadığını anlatmaya çalışıyordu. Ama kız gitmişti. Ne kadar süre orada şaşkın bakışlarla dikildiğini bilmiyordu. Kafasını toparlayabildiğinde Mizuki’nin peşinden sise girdi.
Herhangi bir yön hissi olmaksızın hızla yürümeye başladı. Bir yandan da Mizuki’ye bağırıyor, onu dinlemesini istiyordu. Zemin yukarı doğru meyillendi. Düşe kalka yoluna devam etti. Havadaki ağır kan ve yanık kokusu değişti. Ayaklarının altındaki zemin titredi, bedenini bir ürperti sardı. Bir çekilme hissi ile beraber birden sisin içinden çıkıverdi.
Derin derin nefes aldı ve önünde uzanan manzaraya baktı. Bir uçurumun kıyısında duruyordu. Uçurumun üzerinden mahir bir işçiliğin eseri olan ince bir köprü uzanıyordu. Köprü o kadar dardı ki ancak iki kişi yan yana yürüyebilirdi. Ensesinde bir karıncalanma hissetmişti. Elinin kılıcının kabzasını kavradığını fark etmemişti bile. Etrafına bakındı. Mizuki’ye dair hiçbir iz yoktu. Heykel kadar kıpırtısız durup sesleri dinlemeye çalıştı. Sadece uçurum boyunca inleyerek esen rüzgârın sesi vardı. Uçurumun diğer yakasına baktı. Aradaki mesafe o kadar çoktu ki, geniş bir kavis çizen köprünün diğer ucunu göremiyordu bile. Tek gördüğü çok ilerideki yüksek bir tepeyi kaplayan karanlık fırtına bulutları idi. Fırtına bulutları onu bir şimşekle selamladı.
Köprüye adımını attığı anda bütün dünya titredi. Yıllar süren eğitimiyle kazandığı içgüdüleri onu göremediği bir tehlikeye karşı uyarıyordu. Kılıcı yarı çekili vaziyette ilerlemeye başladı. Avına yaklaşan bir kurt gibi hareket ediyordu. Ama o içgüdüleri asıl avın kendisi olduğunu söyleyip duruyordu.
Köprünün yarısını geçtiğinde bir kanat sesi duyduğunu sandı. Durup etrafına baktı. Az önce kıyısında durduğu uçurum bomboştu. Köprünün diğer ucuna ise daha çok vardı. Fırtına bulutları yeni çatallı şimşeklerini birbirine fırlatıyor, boğuk gümbürtüleri çok sonra altındaki uçurumda yankılanıyordu. İlerlemeye devam etti. Mizuki bu köprüyü nasıl bu kadar hızlı aşabilmişti? Belki de buraya hiç gelmemişti. Belki de o sis yüzünden uçurumdan aşağıya… Hayır, dedi kafasını iki yana sallayarak. “Hayır, buradan geçti.”
Bir kez daha o kanat sesini duydu. Bu sefer o kadar yakından geldi ki, düşünmeden kılıcını çekip topukları üzerinde arkaya döndü ve bir şeyi biçti. Kılıcını indirdiğinde bunun bir kuzgun olduğunu fark etti. Tiksintiyle leşi tekmeleyip kılıcını kınına soktu ve yoluna devam etti. Daha iki adım atmamıştı ki aşağıdaki uçurumdan bir gaklama yükseldi. Bir başkası ise onu takip etti. Bir an sonra binlerce gaklama bütün uçurumu inletiyordu. Uçurumun her yanından sütunlar halinde kuzgun sürüleri yükseldi. Çirkin sesleri adeta bir savaş çığlığına benziyordu. Kuzgun sürüleri gri gökyüzüne doğru hızla yükseldi ve birleşti. Ardından bir eksen etrafında dönmeye başladılar. Avlarının üzerinde halkalar çizen akbabaları andırıyorlardı. Kuzgun sürüsü çığlıklar atıp, tepesinin üzerinde döndükçe uçurumun dibinden yenileri fırlıyordu. Ne için toplandıklarını anlar anlamaz var gücüyle koşmaya başladı. Kuzgun bulutu sanki tek bir hayvanmışçasına üzerine doğru çullandı. Hayatında o kadar hızlı koştuğunu, hatta o kadar hızlı koşabileceğini bilmiyordu. Bir yarış atı gibi soluyor, nefesi ardında burgaçlar çizen pusa dönüşüyordu. Köprüye çarpan, tahtaları kemiren gagaların sesini, avın kaçmasına sinirlenen gaklamaları ardında bırakarak uzun bir sıçrayışla uçurumun diğer yakasına atladı. Ardına dönüp baktığında köprüden eser kalmamıştı. Kuzgun sürüsü ise çıktıkları deliklere dönüyordu.
Hızlı adımlarla önünde hafif bir eğimle yükselen tepeye tırmanmaya başladı. Tırmandığı yokuş bodur meşelerle ve küçük boylu kayalarla kaplıydı. Tepenin zirvesinde fırtına kopmasına rağmen yokuşta hiçbir rüzgâr esmiyordu. Az önce yaşadıklarından sonra bu tuhaflık ona önemsiz gözükmüştü. Tekrar o karıncalanmayı hissetti sırtında. Kılıcını çekip yoluna devam etti. Bir terslikle karşılaşırsa bir de onu kınından kurtarmakla vakit kaybetmezdi. Tepede bir şimşek bulutların arasından çatallar çizerek parladı. Dünya ayaklarının altında bir kez daha titredi. Ve karşısına hayatında evi olarak adlandırabileceği tek yer, Ejder Mabedi çıktı.
Fırtınanın dövdüğü tepenin üzerinde yükseliyordu. Arduaz kiremitli, uçları kıvrılmış piramit şeklindeki çatıları, çatı köşelerinden aşağı sarkıtılmış fenerleri, grotesk heykellerle süslenmiş köşe başları ile yedi katlı, zarif bir yapıydı. Ama etrafta hiç kimse yoktu. Üstelik Mabet burada, bu tepenin üzerinde birden bire ortaya çıkmıştı. Etrafını çevreleyen kale-şehri de görünmüyordu. Mabet’in bulunduğu tepeye tırmanan yüzlerce basamak da yoktu. Issızlığın ortasında bir şimşek çakmasıyla önünde belirivermişti.
Dikkatli adımlarla avluya girdi. Orada olabilecek birilerine seslendi. Mizuki’ye seslendi. Ama çatıdaki kiremitlere düşen yağmur sesinden başka bir şey yoktu. Kılıcını iki eli ile kavradı. Burada bir şey vardı. Kötü niyetli, doğasında şer olan bir şey… Heyecanını dizginledi, yağmurun ve şimşeğin ötesindekileri duymaya çalıştı. Fener ışığının çizdiği gölgelerde saklı olanları görmeye çalıştı. Temkinli adımlarla avluyu aşıp ana kapıya geldi. Kapıyı yavaşça araladı. Birinci kattaki iç avlu da, dışarısı gibi bomboştu. İçeri girip arkasını duvara dayadı. Mühür Salonu’nun kapısı en tepede, yani yedinci kattaydı. Yukarı çıkan merdivenleri yavaşça çıktı. Ulaştığı her katı gelişigüzel kontrol etti. Ama hiç kimseye rastlamadı. Sanki buraya hiç insan eli değmemişti. Yedinci kata ulaştığında Mühür Odası’nın önünde hiç kimseyi bulamamıştı. Bu çok garipti çünkü Mühür Odası hiçbir zaman korumasız bırakılmazdı. Sürgülü geniş kapıya elini koydu ve o tehdit hissi, yüreğini pençesine aldı. O şer burada, bu kapının ardındaydı. Sağduyusu onu bu kapıyı açmaktan alıkoyuyordu. Elini çekti ve geriledi.
“Mizuki içeride.” dedi gizemli bir kadın sesi gölgelerin içinden. Kılıcı ile hemen o yana döndü. “Kapının diğer yanında, seni bekliyor.”
“Kimsin sen? Kendini göster!” diye bağırdı gölgelere doğru. Karşılık olarak kısık bir kıkırdama duydu.
“Sana hayatının fırsatını sunan kişiyim ben.”dedi başka bir kadın sesi. Bu sefer ses sol taraftan gelmişti. Hemen o yana döndü. “Hayatının aşkı bu kapıların ardında seni bekliyor, sense benimle laflayarak vakit harcıyorsun.”
“Sana ortaya çık dedim!”
“Şimdi ise sabrımı harcıyorsun. Dediğimi yap,” dedi kadın. Diğer gizemli ses “kapıyı aç” diye inledi yedinci katın uzak köşelerinden. Kaç kişiydi bunlar? Nasıl oldu da fark edememişti? Mizuki gerçekten içeride miydi? O saf kötülüğün yanında ne işi vardı ki? Bunun içinde başka bir iş vardı. O kadar tuhaflıktan, o kadar terslikten sonra bu fazla kolay geliyordu. Tuzaktı bu, neden kurulduğunu bilmediği bir tuzak… Yem ise Mizuki’ydi.
“Açmayacak.” dedi kadın sesi. Hemen diğer kadın “Hata etti.” diye iç geçirdi. Sesleri sürekli farklı yerlerden geliyordu.
“Hayır, açmayacağım.” dedi o da. Kapıya doğru gerilemeye başladı. Birden gölgeler canlandı. Mabet sarsılmaya, parçalanmaya başladı. Fırtına Mabet’e ardı ardına yıldırımlar fırlatıyordu. Yer sarsıldı. Çatlaklar binaya doğru yürüdü ve genişledi. Şimdi de yer binayı yutmaya çalışıyordu.
“Öl, o zaman!” diye haykırdı iki ses de. O kıvrımlı zarif çatı tam üzerine doğru yıkılıyordu…
… ve kısa bir haykırışla loş bir odada uyandı. Kuruyan boğazını ıslatmak için yutkundu ve derin derin nefes aldı. Buna benzer onlarca rüya gördüğünü hatırlıyordu. Hepsi de soluk anılar bırakmıştı onda. Onları, az önce gördüğü de dâhil, hatırlamaya çalışmak buğulu bir camın ardını görmeye çalışmaya benziyordu. Bazı imgeler, olaylar ya da kişileri anımsayabiliyordu ki hatırladıklarını da herhangi bir şeye yorabilirdi. Rüyaları hakkında emin olduğu tek bir şey vardı; kesinlikle normal değildiler.
Bilincini kazanmaya başladığında beyaz mermer bir küvetin içinde olduğunu fark etti. Küvet neredeyse suyun kıvamında, garip bir sıvı ile doluydu. Sıvı kendiliğinden, çok soluk mavi bir ışıkla parlıyordu. Biraz daha dikkat edince bu parlaklığın belli bir ritimle azalıp çoğaldığını fark etti. Etrafına bakındı. Pencereleri sıkı sıkıya kapatılmış bir odadaydı. Elbiselerini ve kılıcını almışlardı. Aslında etrafında silah niyetine kullanılacak hiçbir şey bırakmamışlardı. Kalın perdelerin arkasından sızan günışığının odayı aydınlatabildiği pek söylenemezdi. Duvarlardan birinin önüne alçak bir sedir uzatılmış, duvarlara ise rengârenk üçgenlerin, altıgenlerin ve tuhaf geometrik şekillerin dokunduğu kilimler asılmıştı. İki kanatlı kapı kapalıydı ve öte tarafından hiçbir ses gelmiyordu. Birden kendini savunmasız hissetti. Yetisini kullanmaya karar verdi ki tamamen aciz bir durumda kalmasa buna hiç kalkışmazdı. Odaklandı. Bütün evreni çevreleyen o ilahi güce ulaşmaya çalıştı. Ama nedense bunu başaramadı. Bunun sebebini yorgunluğuna verdi.
“Suyun içinde kalsan iyi olur. Çölde neredeyse ölümün eşiğine gelmişsin.” dedi bir kadın gölgelerin arasından. Bir an sesten ürkünce ayağı kaydı ve gürültüyle küvetin içine yığıldı. Öksürüp ağzına, burnuna dolan o garip sıvıyı dışarı atmaya çalıştı. Doğru düzgün nefes alabildiğinde kadının kıkırdadığını duydu.
“Pek de ürkek bir şeymişsin sen.”
“Kim var orada?”
“Adım Mira, yabancı.” Dedi kadın gizlendiği gölgelerden odanın loş ışığına çıkarak. İri mavi gözlerini karanlıkta bile seçebiliyordu. Mira ağır adımlarla pencerelerden birine gidip perdeyi açtı. Gün ışığı odanın içine doluştu ve gözlerini acıttı. Ne kadardır uyuyordu?
“Gözlerin çok… ilginçmiş”. Sesi derinden geliyordu ve etkilenmemek için kendini zorlaması gerekmişti. Çok uzun boylu biri sayılmazdı. Paçaları bileklerinde büzülen, toprak rengi bol bir pantolon giymişti. Girift desenler işlenmiş büyük tokalı bir kemer ise ince belini sarıyordu. Üzerinde ise kol ağızları ve yakası ince, sade bir dantelle süslenmiş krem rengi bir gömlek vardı. Kavisli dolgun dudakları bilmiş bir gülümsemeyle aralanmıştı. Uzun, dalgalı, siyah saçlarını yıldız şeklinde küçük tokalarla süslemişti. Güneşin de kararttığı esmer tenli bir kadındı. Birçok erkeğin uğruna savaşacağı, birçok kadının kıskançlıkla süzeceği duru bir güzelliğe sahipti. Ama Mira’da salt güzel bir kadından fazlası vardı. Duruşunda, yürüyüşünde bir çeşit odaklanma vardı. Çoğu insanın fark edemeyeceği bir davranış… Savaşlarda pişmiş adamlara özgü bir davranış…
Belinin arkasındaki hançeri de daha sonra fark etmişti ki bunun için kendine kızdı. Her halükarda bu kadın kendini savunmasını biliyordu ve o hançeri almaya kalkıştığı anda kadının kafasını kıracağını biliyordu. Bir bakıma, Mira’da bunu denemesini bekliyordu.
“Beni incelemen bitti mi?” dedi aynı gülümsemeyle. Ama mavi gözlerine gülümsemesi ulaşmıyordu.
“Ülkemde hepimizin gözleri böyle çekiktir.” dedi aceleyle. Yüzü kızarmış mıydı? “Kendine gel be adam!” diye terslendi içinden. Yeni yetmeler gibi davranıyordu.
“Hepinizin gözleri de kırmızı mı?”
“Bazılarımızın, evet.” diye yalan söyledi. Yeteri kadar doğuda olsaydı bu yalanı hemen açığa çıkardı. Ama bu kadar batıda defalarca işe yaramıştı. Şimdi de denememesi için bir sebep yoktu zaten.
“Bu söylediklerine inanan çıktı mı hiç?” dedi Mira kollarını göğsünde kavuşturarak.
“Söylesem şaşar kalırdın.” dedi sırıtarak. Hazırdaki yalanı buraya kadardı.
Mira’nın kaşları havaya kalktı. Bir an, sadece küçük bir an onu ilgiyle süzdü. “Adını söylediğini duymadım.”
“Çünkü söylemedim.”
“Söyleyecek misin?”
“Madem gözlerim ilgini çekti. Bana Kızılgöz diyebilirsin.” dedi ve küvetin kenarına koyulan havluyu aldı. Mira uzunca bir süre boyunca onu süzdü. Yüzündeki gülümseme yavaşça soldu. Sanırım sabrını tükettim, diye düşündü Kızılgöz.
“Gerçek adın ne?” diye sordu Mira. Mavi gözleri buzdan çivilere dönmüştü. Ses tonu eğlencenin bittiğine işaret ediyordu.
“Söyleyemem.” Dedi Kızılgöz.
“Tekrar sormayacağım, gerçek adın ne?”
Kızılgöz havluyu beline sardı ve küvetten çıktı. Islak saçlarını eliyle arkaya doğru süpürdü. Vücudundaki eski savaş yaraları, kamçı izleri kızıl çizikler halinde dağılmıştı. Güneşin yakıp kızarttığı yerler eski rengine dönmüştü. Sanki hiç çölde günlerce yol almamış gibiydi. Kafasını kaldırıp yakut rengi gözlerini Mira’nınkilere dikti. “İstediğin kadar sor. Söyleyemem.”
Mira başını iki yana hızlıca salladı. “Pekala,” dedi iç geçirerek. Tartışmayı anlamsız bir kısırdöngüye sokmak istemiyordu. “Nerede olduğun hakkında bir fikrin var mı?”
"Bunu senin söylemeni umuyordum."
"Sumara'nın Şifa Evleri'ndesin."
Kızılgöz'ün ağzı hayretle açıldı. "Bu... burası Sumara mı? Efsane şehir, Şehirlerin Şahı Sumara mı?"
"Evet." dedi Mira yüzünde mağrur bir gülümsemenin izleri ile.
"Sumara, ha? Onca şehir arasından buraya mı sürüklendim yani?" diye düşündü Kızılgöz. Ayaklarına yön veren o hissin kaybolduğunu fark edip irkildi. Çölde günlerce aç susuz dolandıktan sonra birden bire önüne efsaneleri süsleyen şehir, Sumara'ya rastlamasını tesadüfe yoracak kadar saf ya da kör değildi. "Kader" kelimesi kafasında yepyeni bir anlama kavuşuyordu. Ve Kızılgöz bu anlamdan hoşlanacağından emin değildi.
"Sürüklenmek mi? Neden bahsediyorsun sen?"
Kızılgöz içinden geçenleri sesli olarak dile getirdiğini o zaman fark etti. Takırtıyla çenesini kapattı ama artık çok geçti. Mira denilenleri duymuştu.
"Sürüklenmekle neyi kast ettin?" diye ısrar etti Mira.
Kızılgöz uzunca bir süre Mira'yı süzdü. Neyin sebep olduğunu hiç bilmediği bir güven duyuyordu ona karşı ki bu çok anlamsızdı. Kızılgöz "güven" gibi zaaflarını aklından kesip atalı yıllar olmuştu. Bu sayede o kadar uzun yaşayabilmişti. Ama yine de bu mavi gözlere karşı bir "yakınlık" duyuyordu. Neredeyse kafasının içindeki pusula gibiydi bu his. Boğamıyordu, görmezden gelmeye çalıştıkça, kendi kurduğu mantığıyla çürütmeye çalıştıkça daha da palazlanıyordu. Bir de kızın mavi gözleri vardı tabii. Bir de ezgili sesi... Kızılgöz gözlerini yumup kendini topladı.
"Bu kulağa biraz saçma gelebilir. Ama buraya, Sumara'ya yönlendirildiğimi düşünüyorum."
"Nasıl?"
"Bilmiyorum. Açıklayamadığım bir his, bir dürtü veya içgüdü, nasıl adlandırırsan adlandır, beni buraya getirdi. Bunca yıldır 'kader' kelimesi benim için sadece bir kelimeydi. Ama şu an bulunduğum yere bakarak çölü aşmayı boşu boşuna göze almadığımı sanıyorum."
Mira uzunca bir süre parmağıyla dudağının kenarına vurarak süzdü Kızılgöz'ü.
"Yani buraya bir amaç için geldiğini, ama bu amacın ne olduğunu bilmediğini mi söylüyorsun?"
Mira'nın söyleyiş tarzı pek hoşuna gitmese de Kızılgöz başıyla onayladı.
"Sanırım bu amacı bizim sana söylememizi istiyorsundur, öyle mi?"
“Buraya bazı cevaplar bulmak için geldiğim doğru… Ama sizden bana hayatımın amacını sunmanızı bekleyecek değilim.”
“Soruların ne peki?” dedi Mira. Kızılgöz’ün de iyi bildiği gibi sorular da cevaplar kadar önemli olabilirdi.
“Bir yığının arasından seçmek gibi bir şey...” diye mırıldandı Kızılgöz kafasındaki soru yumağını kast ederek. “Belli olan bir soruyla başlayayım öyleyse. Çölün ortasındaki bir şehir nasıl bu kadar serin olabilir?”
Mira ağır adımlarla yürüyüp sedire bağdaş kurup oturdu. “Şehir surları… Duvara kazınan Eski Yazılar şehri çölün sert koşullarından koruyor. Ne bir kum fırtınası ne de beynini kaynatan o sıcak şehre yansır. Kılıcına el konulmadan önce biraz inceledim. Oldukça ilginç bir yapısı var. Yeti sahibi misin?”
“Evet.” dedi Kızılgöz dalgınca baş sallayarak. Surlardaki o kıvrımlı, altın rengi yazıları hatırladı. Demek bu işe yarıyorlardı. “Şehri gözbağı ile mi sakladınız?”
“Bu gayet açık değil mi? Yoksa altın kubbesi göğe değen bir kule çok uzaklardan fark edilirdi. Pusulalara ve yıldız okuyucularına karşı da bazı tedbirler almak zorunda kaldık. Nerede eğitim aldın?”
Kızılgöz tam ağzını açacakken kapı çalındı ve cevap beklemeden hızla açıldı. Kapının önündeki genç Mira’ya bir özür mırıldandı ve hemen yoldan çekildi.
“Buna inanamıyorum. Sen ha!” dedi gencin arkasındaki adam. Kızılgöz şaşkınlıktan dilini yutacaktı neredeyse. Mira bir yeni gelene, bir de Kızılgöz’e baktı.
“Onu tanıyor musun, Isao?” dedi Mira yeni gelen adama.
“Evet.” dedi Isao kısık sesle. Kızılgöz’den beş altı santimetre kısaydı. Çarpık bacakları at sırtında yaşamaya alışmış birine aitti. Köşeli yüzünün sağ tarafında keskin bir şeyin açtığı kısa bir yara vardı. Çekik, kahverengi gözleri amansızdı. Her zaman sabırsız, talepkar biri olmuştu Isao. Sürekli asık olan suratında şimdi şaşkın bir ifade vardı. Gördüğüne inanamıyor gibiydi ve bir şekilde gördüklerinden rahatsız olmuştu. “Evet, tanıyorum.” Kızılgöz’ün yanına gitti. “Hala yaşıyorsun demek. Uzun zaman önce öldüğünü duymuştum. Aslında,” dedi işaret parmağını Kızılgöz’ün yüzüne sallayarak, “öldüğünü ummuştum.”
Kızılgöz omuzlarını silkti. “Kusura bakma. Hayallerini yıktım.”
Isao şeytanca gülümsedi. Kapıya doğru dönüp dışarıda bekleyen adama seslendi. “Şeritleri getir.” diye emredip adamı yolladı. “Merak etme, hayallerimi kendi ellerimle gerçekleştireceğim, hain.”
“Adını söylemiyor. Onu nereden tanıyorsun, Isao?” diye sordu Mira. Elini hançerinin kabzasına koymuştu. Isao kahkaha sayılabilecek bir gaklama ile cevap verdi.
“Tabii ki söylemez. Söyleyemez. Adı ondan alındı. Sana uydurma bir lakaptan fazlasını veremez.”
“Neden?”
“İşlediği suç yüzünden ismi ondan alındı ve idam edilecekken ona uyan bir grup hainle beraber kaçtı.” dedi Isao. Öfkeyle sıktığı dişlerinin arasından Kızılgöz’e doğru tükürdü. “Kafanı kör bıçakla kendim keseceğim, hain!”
“Ben hiçbir şey yapmadım.”
“Ne kadar tehlikeli?” diye sordu Mira. Endişelenmişti.
“Kaçarken şehrin yarısını yıktı. Mabettekilerin hemen hepsini katletti ve Ejder Mührü’nü çatlattı. Engellemeseydim kıracaktı da.”
Mira dehşetle ona baktı. Sanki bir canavarla aynı odada kalıyormuş gibiydi. Hançerini çekti.
“Ben hiçbir şey yapmadım.” diye tekrarladı Kızılgöz.
“Şeritler onu tutabilir mi?”
“Tutacaktır, tutmazsa şayet,” eli Kızılgöz’ünkine benzeyen kılıcının kabzasını okşadı. “hemen öldürürüz.”
"Ben hiçbir şey yapmadım!" Kızılgöz artık söylenmiyor, haykırıyordu. "Yapmadığım bir şey yüzünden suçlandım. İdam edilecekken kaçtım. Çünkü masumdum! Çünkü ben kimseyi öldürmemiştim! Çünkü ben Mühür'e dokunmamıştım bile! Ama kimse, hiç kimse beni dinlemedi. Sen Isao, beni bir sürek avındaymışsın gibi avladın. Yıllarca evimden, yurdumdan uzakta, işlemediğim bir suçun cezasından kaçarak yaşadım. Sen, beni en iyi tanıyan sen, beni o köle tüccarının elinden kurtaran sen, kardeşim bildiğim sen, Isao, beni dinlemedin bile!"
Mira düşünceli bir ifadeyle Kızılgöz'ü süzdü. Ne yapacağına karar vermeye çalışıyordu. Isao’ya mı, yoksa bu garip yabancıya mı inanacaktı. Isao’ya buraya geldiği ilk günden beri güvenmemişti. Adamda tekinsiz bir hava vardı. Ama bugüne kadar işe yaradığını defalarca kanıtlamıştı. Şimdi de bu yabancı ortaya çıkmıştı ve sadece bir hisse güvenerek çölü aştığını iddia ediyordu. Efsaneleşen tarih gerçek mi oluyordu yoksa? Mira işler iyice karışmadan bu ikisini ayırmaya karar verdi.
"Isao, bizi yalnız bırak, lütfen."
Isao küçümser bir bakış attı. Homurdanma olması gereken bir tonla cevap verdi. "Bana emir veremezsin, Mira. Ve ne martaval okursa okusun, ben bu bok çuvalına inanmam! Anlıyor musun beni?" Son cümlesi Kızılgöz'e yönelikti. Gidip adamın burnunun dibine girdi. "Yaptıklarının cezasını çekeceksin. Artık kaçacak yerin kalmadı. Elime düştün şimdi. Kendi ayağınla kılıcımın önüne geldin, seni pislik." Kızılgöz'ün suratına tükürdü.
Sabır hiçbir zaman Kızılgöz'ün güçlü yönlerinden olmamıştı. Ama o ana kadar gayet sabırlı davrandığını düşünüyordu. Alnıyla Isao’nun burun kemiğini kırarken de sabrının ödülünü aldığını düşündü. Burnundan oluk gibi kan fışkıran Isao haykırarak kılıcına davrandı. Ama hem onun hem de Kızılgöz'ün boğazına mızrak temrenleri dayanmıştı. Kızılgöz muhafızların içeriye ne zaman girdiklerini fark edememişti. Muhtemelen Isao ona güzel planlarını anlatırken Mira durumun daha da kötüye gitmemesi için onları içeri almıştı.
"İkinizin de sokak köpeklerinden farkınız yok! Isao’yu dışarı çıkarın ve evine götürün. Kapısında bekleyin ve ben emir verene kadar," dedi "ben" kelimesine özellikle vurgu yaparak, "onu dışarı salmayın."
Isao haykırıp, boş yere emirler yağdırıyor, kollarına kapanan mengene gibi ellerden boş yere kurtulmaya çalışıyordu.
"Sana gelince ‘Kızılgöz’, eğer yine böyle bir taşkınlık yaparsan, o kızıl gözlerini kendim oyarım! Anladın mı beni?"
Kızılgöz kafasıyla onayladı. Boğazına doğrultulan temrenler indi. Muhafızlardan birisi yanında getirdiği tahta kutuyu Mira’ya uzattı.
“Efendim, şeritleri getirdim.” Mira askere bir teşekkür mırıldandı. Askere Kızılgöz için giyecek bir şeyler de getirmesini istedi. Uzun bir an hiçbir şey söylemeden durdu. Derin bir nefes alıp alnını ovuşturdu. Kızılgöz kadının yüzünde bir ikilem görmüştü. Ne yapacağını düşünüyor, sonuçlarını hesaplıyordu, muhtemelen. Mira sağ elindeki kutuyu işaret edip sordu.
“Bağlama Şeritleri’ni biliyor musun?” Kızılgöz kafasını iki yana sallayarak yanıt verdi.
“Şeritler Kadim Sanat’ı bilen birinin Yetisini kullanmasını engelliyor. Senin Yetin olduğunu biliyorum. Bilmediğim şey ise bunun gözlerinle olan ilişkisi. Kontrol edilemeyen Yetinin beladan başka bir şey olmadığını biliyorsundur, değil mi?”
"Benim eğitim aldığımı anlamış olmalısın, değil mi? Ah, tabii ki anladın. Sana buraya hiçbir zarar vermeyeceğimi söylesem de bir faydası dokunmayacaktır. Sonuç olarak, bana güvenmiyorsun ki bunun için sana hiçbir sebep vermedim ve o Bağlama Sargılarını"
"Şeritlerini, Bağlama Şeritlerini" diye düzeltti Mira.
"Her neyse, onları bana dolamak zorundasın. Bu ya kendi isteğim ile olacak, ya da arkandaki ayı cüsseli arkadaşlar sana yardım edecek." dedi kafasıyla Mira'nın arkasında, ifadesiz bir yüzle emir bekleyen iri yarı muhafızları işaret ederek.
"Bir güvenlik önlemi sadece… Anlamalısın, aksine ikna olmadığım sürece kimseye güvenmem ben."
"Uzun yaşamın sırrı..." diye onayladı Kızılgöz Mira'nın son cümlesini. O da aynı güvensizliği uzun yıllar taşımıştı. Vatanından uzakta geçirdiği yıllarda şüphe onun tek dostu olmuştu.
"Pekâlâ, o zaman. Onların pençelerindense senin ellerini tercih ederim." dedi Kızılgöz, sevimli olduğunu sandığı bir gülümsemeyle. Mira yaramaz bir çocuğa bakar gibi baktı bir an. Kızılgöz Mira'nın dudaklarında bir an küçük bir tebessüm gördüğünü sandı. Ama o tebessüm izi hemen kayboluvermişti. Mira kutuyu açıp içinden top haline getirilmiş şeritleri çıkardı.
Şeritler beş santimetre genişliğindeydi. İnce, gözenekli, beyaz bir kumaştan yapılmıştı. Üzerine üçgenlerin, çizgilerin bir araya geldiği, tuhaf simgeler yazılmıştı. Kızılgöz’e o simgeler garip bir şekilde tanıdık gelmişti. Sanki dikkatlice baksa şeritlerin üzerinde ne yazdığını okuyabilecekti.
Mira şeridin bir ucunu Kızılgöz’ün omzuna koydu. “Kollarını kaldır.” dedi. Göğsünün sol tarafından sırtına doladı ve sağ tarafından sol omzuna çıkardı. Şeritler Kızılgöz’ün tenine değdiğinde o simgeler soluk mavi renkte parlayıp sönüyordu. Şeridin diğer ucu tam kalbinin üzerine gelmişti. Mira kutudan örümcek şeklinde bir toka çıkardı ve şeridin bittiği yere tokayı bastırdı. Tokadan göğsüne bir soğukluk yayıldı ve birden şeritler üzerine ikinci bir deri gibi oturuverdi.
“Çıkarmaya çalışma” dedi tokayı işaret ederek. “Sadece canını yakarsın.”
“Bu semboller bana çok… tanıdık geldi. Ama başka yerde görmediğime eminim.”
Mira adamı daha yeni görüyormuş gibi süzdü. “Bunlar sembol değil, Sumara alfabesi. Ne yazdığını okuyabiliyor musun?”
“Hayır. Sumara yazısını daha önce hiç görmemiştim. Neden bu kadar tanıdık geliyor?”
Mira düşünceli bir ifadeyle dudaklarını büzdü. “Hiçbir fikrim yok.” Kapı bir kez daha vuruldu. Bu sefer asker elinde kıyafetlerle içeri girmişti. Kızılgöz kıyafetleri aceleyle giydi. Uzun kollu, beyaz bir gömlekle, ince yünden koyu renk bir pantolon getirmişlerdi. Hava sıcak olduğundan gömleğinin iplerini bağlamadı. Getirilen koyun derisinden yumuşak çizmeleri de ayağına geçirdi.
“Seni şimdilik bir hücreye kapatacağız. Kısa süre sonra Âlimler Divanı’nın huzuruna çıkacaksın. Senin hakkında asıl kararı onlar verecek.”
Birlikte evden çıktılar ve Kızılgöz ilk defa Sumara’yı içeriden görme fırsatına erişti. Altın kubbeli kule bütün ihtişamı ile yükseliyordu. Kulenin gölgesi bulundukları sokağa düşmüştü. Sokakta çok fazla insan görünmüyordu. Görünenler ise işlerinin peşinde koşturuyorlardı. İçlerinden birkaçı Kızılgöz’ün gözlerini fark edip irkildi ve yolunu değiştirdi. Taş döşeli sokaklarda neredeyse her köşe başında küçük, mermer kurnalı, pirinç musluklu çeşmeler vardı. Çölün ortasındaki bir şehir için su fazlasıyla boldu.
Sokak birbirinin benzeri, iki katlı evlerle doluydu. Evlerin hepsi beyaz badanalıydı. Bulundukları sokaktan oldukça geniş bir meydana çıktılar. Geniş yapraklı ağaçların süslediği bu alanın etrafında altın kubbeler, geniş pencereler, gösterişli kanatlı kapıları olan saraylar çevrilmişti. Hepsi de birbirinden farklıydı. Duvarlarında ve tavanlarında mavili, sarılı, yeşilli çini işlemeler, yerlerde mermer veya granit döşemeler vardı. İnsanlar bir amaçlılıkla hareket ediyordu. Aylak aylak dolaşan birini görmek zordu. Üçerli muhafız grupları bellerinde palaları, ellerinde uzun kargıları ile devriye geziyorlardı. Kızılgöz, en azından burada, muhafızlara pek fazla iş düşebileceğini sanmıyordu. Ama yine de adamlarda bir tür odaklanma vardı. Meydanın öte tarafından bir cam kırılma sesi geldi. Kızılgöz herkes gibi camın kırıldığı yere değil de muhafızlara ve Mira’ya dikti gözünü. Mira bir an duraksadı. Etrafını çeviren muhafızların da elleri kılıçlarına gitti. Devriye gezenlere baktığında ise onlarında kılıçlarını yarıya kadar çektiklerini fark etti. Bu kadar huzurlu bir yer için fazla diken üstündeydiler. Kadının bakışları alanı taradı ve uzak bir köşede hiçbir şeyle ilgilenmiyormuş gibi duran bir adamın üzerinde sabitlendi. Kızılgöz Mira’nın dikkatini neyin çektiğini merak etti. Köşedeki adam dünya umurunda değilmiş gibiydi. Boş gözlerle geleni geçeni seyrediyordu. Bir an sonra Kızılgöz de adamdaki garipliği fark etti. Bu meydanda herkes bir işin peşinden koşturuyordu. Herkes, meydanın kenarına düzenli aralıklarla yerleştirilen banklarda oturanlar bile bir şeylerle uğraşıyordu. Ama o adam hiçbir şey yapmadan oturuyordu. Burası ile uyuşmayan bir aylaklık vardı adamın üzerinde. Kızılgöz izlendiklerini anlamıştı.
Mira muhafızlara biraz daha yavaş yürümelerini söyledi. On metre gitmemişlerdi ki Mira aniden yanlarında şehrin içlerine uzanan sokağa daldı. Meydan görüş alanlarından çıktığında hızlarını arttırmışlardı. Neredeyse koşar adım ilerliyorlardı. Bir sokaktan çıkıp, bir diğerine dalıyorlar, sağa veya sola ani dönüşler yaparak ilerliyorlardı. Kızılgöz’ün kafası o kadar karışmıştı ki onu serbest bıraksalar bile saatlerce bu sokakların arasında bir yön bulmaksızın dolanabilirdi.
“Efendim, zindanların olduğu bölümü geçtik.” diye uyardı Mira’yı muhafızlardan birisi.
“Biliyorum.”
“Geri dönecek miyiz, efendim?”
“Hayır, Âlimler Divanı’na gidiyoruz.”
Muhafız daha fazla soru sormadı. Ama yüzünden Mira’nın cevabını onaylamadığı belli oluyordu. Uzunca bir süre belli bir yönde ilerliyorlardı. Kızılgöz gittikçe o devasa kuleye daha da fazla yaklaştıklarını anlamıştı.
“Beni o kuleye götürüyorsun, değil mi?” diye sordu Mira’ya. Mira cevap vermedi.
“Neden oraya gidiyoruz? Orada ne var?” Mira bu soruları da cevapsız bıraktı.
“Âlimler Divanı ne? Bana ne yapacaksın?”
“Kapa çeneni!” diye hırladı muhafızlardan birisi.
“Soruma cevap ver!” diye bağırdı Kızılgöz. Sesi dar sokakta yankılandı. Muhafızlardan birisi karnına bir yumruk gömdü. Bir başkası ise saçını arkaya çekip adamı doğrulttu. “Sana susman söylendi.” dedi saçını çeken muhafız dişlerinin arasından.
“Bırak onu.” Mira arkasını dönmüş Kızılgöz’e bakıyordu. “Sorularına cevaplar bulacağın bir yere gidiyorsun. Zindana gitmeyeceğine sevinirsin sanmıştım. Yanılıyor muyum?”
“Orada ne oldu?”
“Nerede?”
“O meydanda,” diye kafası ile geriyi işaret etti Kızılgöz. Gerçi o kadar dolaşmışlardı ki, o meydan şu an önlerinde bile olabilirdi. “köşede dikilen aylak herifi gördüğün an yönünü de, fikrini de değiştirdin. Neden?”
Mira şaşkın bir yüz ifadesiyle Kızılgöz’ü inceledi. “Demek fark ettin… Göründüğünden zekiymişsin.” Kızılgöz omuzlarını silkmekle yetindi.
“Şu an sana anlatamam. Ama şu kadarını söyleyebilirim; Âlimler Divanı’nın huzuruna çıkacaksın. Onlar senin halk için bir tehdit oluşturup oluşturmadığına karar verecek. Şimdi, sorun çıkarmadan yürür müsün?”
Kızılgöz Mira’nın meydandaki casusu açıklamadığını fark etmişti. Ama sorusunu yutmak zorunda kaldı. Yine hızlıca yürümeye başlamışlardı ve Mira’nın ilave sorulara ayıracak vakti yok gibiydi.
İki tarafında ikişer üçer katlı sade binaların olduğu geniş bir sokağa girdiler. Binalar burada çok daha süslüydü. Mermer sütunlu girişleri, metal kakmalı süslerle bezenmiş kanatlı kapılarla, dar, uzun ama sık yerleştirilmiş pencerelerle gösterişli evlerdi. Her evin kapısının üzerinde göğsündeki şeritlerin üzerindeki yazıdaki harflerle yazılmış metinler vardı. Kızılgöz kapıların üzerindeki o yazıların şans ve bereket için yazılmış dualar olduğunu zannediyordu. Muntazam kesilmiş taşların döşendiği yollar temizdi ve pek fazla insan yoktu etrafta.
Birden sokağın iki yanını da kargılı, kılıçlı askerler kapattı. Grup durdu. Muhafızlar duraksamadan kılıçlarını çekip Mira ve Kızılgöz’ün etrafında etten bir duvar oluşturdu. Sokağın bir ucundaki asker sırasının arkasından orta boylu, esmer, ince ama sırım gibi sert bir vücudu olan bir adam çıktı. Köşeli yüzü güneşten yanmıştı. Siyah, kıvırcık saçları kısa kesilmişti. Eli beline astığı palasının kabzasında gelişigüzel duruyordu. Öyle mağrur bir duruşu vardı ki bir ressama poz verir gibiydi. Kibirli yüzü, gülümseme sandığı bir ifadeyle buruştu. Mira’nın muhafızlarının önünde durdu.
“Nereye böyle, Mira? Misafirimize şehri mi dolaştırıyorsun?” Kafası ile Kızılgöz’e selam vermişti. Kızılgöz bu selamın ağzına kadar alay dolu olduğunu anladı.
“Ne istiyorsun, Esam?” dedi bıkkın bir sesle Mira.
Esam sol elini kaldırıp havaya doğru bir işaret yaptı. Arkasındaki asker sırasından üç kişi düzenli ama hızlı adımlarla Esam’ın arkasında yerlerini aldılar. Ortalarındaki asık suratlı, kel adam kemerine sıkıştırdığı bir parşömeni dikkatle çıkarıp düzeltti ve Esam’a uzattı.
“Emir arkadaşını görmek istiyor. Onu bize teslim edeceksin.”
Mira Esam’ın burnunun dibine uzattığı kâğıdı hırsla alıp okudu. Dudakları ince bir çizgi halini almıştı Mira’nın. Belli ki kâğıtta yazılanlar hiç hoşuna gitmemişti.
“Bu Âlimler Divanı’nın işi. Emir’in bize karışmaya hiçbir hakkı yok.”dedi Mira. Ama Kızılgöz Esam’ın itirazlara kulak asacağından pek emin değildi. Mira’da bunun farkındaydı zaten. Kadının yaptığı tek şey zaman kazanmaya çalışmaktı. Kızılgöz tam bir politik çekişmenin ortasına düşmüştü anlaşılan. “Bir bu eksikti zaten.” diye homurdandı Kızılgöz. Esam bunu duyduysa bile belli etmedi.
“Alın şunu.” Esam eliyle Kızılgöz’ü işaret eden muğlâk bir hareketle sallayarak arkasında bekleşen askerlerine emir verdi. Esam’ınkiler Mira’nın muhafızlarını omuzlayarak geçtiler ve Kızılgöz’ü Mira’nın sağladığı çemberden çekip çıkardılar. Mira’nın yüzü sinirden daha da kararmıştı. Mavi gözleri buzdan sarkıtlar kadar delici ve soğuktular.
Esam Kızılgöz’ün önünde durdu ve gömleğinin yakasını çekiştirdi. Kızılgöz birkaç dikişin koptuğundan emindi. “En azından adamı Bağlama Şeritleri ile zapt edecek kadar aklın başındaymış, Mira.” diye söylendi Esam gülerek. Adam gerçekten şansını zorluyordu. “Bakışlarından hoşlanmadım, yabancı.” dedi ve elini yine talepkar bir vaziyette arkasında bekleşen askerlerine uzattı. Adamlardan birisi Esam’a küçük bir çuval uzattı. “Şehri yeterince görmüşsündür, değil mi? Gözlerini o kadar yorma istersen.” Hışımla çuvalı kafasından aşağı geçirdi. Kızılgöz’ün son gördüğü Esam’ın insanın sabrını sınayan gülümsemesiydi.
Elleri de bağla bir şekilde körlemesine sokaklarda yürütüldü. Kâh oyun oynayan çocukların bağırtılarını duyuyordu, kâh evlerin kapılarından, pencerelerinden aşan boğuk insan sesleri… Bazen de kalabalık bir meydandan geçiriyorlardı. İnsanların kalabalığı yaran muhafız alayına, en çok da aralarındaki başına çuval geçirilmiş adama attıkları merak dolu bakışlarını hissedebiliyordu sırtında. Çeyrek saatten daha fazla bir süre düşe kalka yürüdükten sonra, Esam’ın adamları Kızılgöz tökezlediğinde pek de yardımcı olmuyorlardı, bir binanın önünde durdular. Kapılar gıcırtıyla açıldı ve dışarı havasız kalmış yerlere özgü o nem kokusuyla ışığın değmediği yerlerde oluşan o küf kokusunu hissetti. Kızılgöz içeri itildi. Bir dizi basamaktan indi. Tamı tamına kafasına yazmıştı Kızılgöz. Sekiz adım ileri… Gıcırdayan demir parmaklıklı kapıda dur… Meşaleli koridorda yirmi adım ileri… Sağa dön ve beş adım daha… Bir başka kapı… On iki basamak aşağı ve on sekiz adım ileri… Sola dön… Burada başka bir veya iki muhafız daha var… Anahtar onlarda… Dışa doğru açılan ağır tahta bir kapı… Dümdüz yirmi adım ilerle…
Sonunda kafasındaki çuvalı çıkardılar. Gözleri hafiften karanlığa alışmıştı. Nerede olduğunu anlamak için etrafına bakındı. İrisleri etraftaki az ışığı yakalayıp uğursuzca parladılar. Ellerindeki bağı çözen muhafız gözlerindeki kırmızı parıltılardan korkup elini çabuk tutmaya çalıştı. Ama beceremeyince hançerini çekip bağı kesmeye başladı. Kızılgöz kınından sıyrılan bir kılıç duydu. Bir an sonra kılıcın ucu kürek kemiklerinin arasına dayanmıştı.
“Lütfen,” dedi Esam’ın sesi. “Aptalca bir şey yap.”
Kızılgöz kendini yine şaşırtarak sinirlerine hâkim oldu. Bu herifin yaptıklarının yarısını yapan bir adamı doğduğuna pişman etmişti. O güzel günü hatırlayarak iç geçirdi. Bağlarından kurtulduktan sonra Esam onu zindanın içine fırlattı.
“İçine pisleyeceğin kova orada.” dedi zindanın karanlık bir köşesindeki küçük karaltıyı işaret ederek. “Keyfine bak.” Uzun adımlarla zindandan ayrıldı. Zindancı kapısını kilitleyip çıktı.
Kızılgöz zindana baktı. Dört metreye dört metreydi. Sık dizilmiş, kalın demir parmaklıklardan, bileğini zor geçirirdi herhalde. Parmaklıklı kapıyı aynı yapıdaki bir duvar takip ediyordu. Zindancının zindanın içinde neler olup bittiğini görmesi isteniyordu anlaşılan. Durup etrafı dinledi. Hiç kimse yoktu. Buralarda görülmeye alışık olunan sıçanlardan bile ses gelmiyordu. Güneş ışığı da yoktu. Sadece üç parmak genişliğinde havalandırma bacaları vardı ki onlar da metrelerce yukarı gidiyordu. Bir kedi bile sığamazdı o bacalara. Yapacak daha iyi bir şeyi olmadığından tahta sedire kıvrıldı ve meşalenin titrek ışığını seyrederek uyuklamaya başladı.
Zindan zaman mefhumunu tamamen köreltmişti. O yüzden tıkırtıları duyduğunda ne kadardır uyuduğunu bilmiyordu. Birkaç saatte olabilirdi birkaç dakika da… Yine de uyanmış yattığı yerlerden zindanın derinliklerinden gelen sesleri dinliyor, onlara anlam vermeye çalışıyordu. Bir an sonra sesler kesildi. Aynı anda bir rüzgâr meşalenin zayıf ışığını söndürdü. Bir ayak sürüme sesi kısa sessizliği takip etti. Sonra da birinin temkinli adımlarla uzun koridorda yürüdüğünü duydu. İçindeki o vahşi içgüdü alevlendi. Tehlikenin kokusunu almayı yıllar önce öğrenmişti. Bu durumda da “tehlikenin ayak seslerini” duymuştu.
Yattığı yerde yavaşça kaslarını sıkıp gevşetti. Silah olarak kullanabileceği bir şeyler düşünmeye çalıştı. Tahta kova ve duvara sabitlenmiş kalın tahtadan yapılmış sedirden başka bir şey yoktu zindanda. Göğsündeki sargılar da Yetilerini engelliyordu. Geriye kullanabileceği tek silah kalıyordu. Kendisini avlamaya gelenin elindeki…
Zindanın ebatlarını kafasına kazımaya çalışır gibi son kez etrafına baktı ve gözlerini kapadı. Yattığı yerde halen kaslarını sıkıp gevşetiyordu. Adımlar zayıf sesler çıkararak yaklaştı ve zindanın önünde durdu. Metalik bir çınlama duydu. Neredeyse adamın nefesini tuttuğunu hissedecekti. Kızılgöz “avcıyı” rahatlatmak için gerçekten uyuyormuş gibi kıpırdandı. Derin ve yavaş nefeslerini gürültüyle alıp verdi. Kapıdaki adam kilidi kurcalamaya devam etti. Kızılgöz kilidin açıldığını belirten tıkırtıyı duyana kadar içinden saydı. Altıya geldiğinde kilit de açılmıştı. Adam kilitlerde de gizlice sokulmak kadar iyiydi anlaşılan. Demir parmaklıklı kapıyı hafifçe aralayıp içeri süzüldü. Kızılgöz şimdi adamın adımlarını sayıyordu. Birinci adımı attı. Bir kıyafet hışırtısı duydu. İkinci adımını attı. Bıçağı kınından kurtarmıştı. Üçüncü adımını attı. Kızılgöz adamın kendi göğsüne hedeflediği bıçağı havaya kaldırışını görebiliyordu. Derken adam durdu. Kızılgöz üst kattan sesler duymuştu. Birileri, bayağı kalabalık bir grup, buraya doğru geliyordu. Adamın birinin itirazlarını, yalvarmalarını duyabiliyordu. Ama sesler, bağırışmalar, itirazlar ona yaklaşmaya devam ediyordu. Kızılgöz gözlerini açtı. Tam o sırada avcı da kafasını gürültüden avına çevirmişti. “Av”ın bir eli bıçağa tutan ele gitti. Boşta kalan kolunun dirseğini ise adamın göğsünün altına gömdü. Avcı homurtuyla bir iki adım geri kaçtı. Kızılgöz hemen kapıyı arkasına aldı. Artık “avcı” av olmuştu. Adam hızla bıçağı savurdu. Kızılgöz zamanında geri kaçabildi. Adam ikinci kez bıçağı savurdu. Bu sefer Kızılgöz adamın bıçağı tuttuğu elini sol eliyle yakaladı. Sağ eli ile de bıçağın sırtına baskı yakıp adamın elinden düşürdü. Kolunu büktü ve adam öne doğru eğildi. Kızılgöz tüm gücüyle adamı duvara doğru kafa üstü savurdu. Bir çatırtı sesiyle beraber adam yere yığıldı. Kızılgöz adamın kafasını kırdığından emindi. Yaklaşıp parmaklarıyla nabzını kontrol etti. Hiçbir kıpırtı yoktu.
Tam da o zaman zindanın kapısındaki gürültüleri fark etti. Meşaleyi alıp içeri tutan muhafız kılıcını çekip ona uzaklaşmasını söyledi. Bıçak ayağının hemen arkasındaydı. Eğer onu alabilirse…
“Burada neler oluyor? Bu herif de kim?” sesi tanıyınca duraksadı. Mira kapıdaki kalabalığı yarıp içeri girdi. Kadın hiçbir şeyden korkmuyor gibiydi. Yan dönmüş cesedi çevirip baktı. Kızılgöz’ün ayağının arkasındaki bıçağı gördü.
“Geri git, Kızılgöz. Kendi iyiliğin için o bıçaktan uzak dur.” Muhafızlar daha da dikkat kesildiler. İçeri iki tanesi daha doluştu. “Kim olduğunu tanıyanınız var mı?”
Muhafızlar cesede bakıp kafalarını iki yana salladı. Elinde meşale olan yaşlı bir adam koridordan seslendi. “Bir bakayım şuna.” Muhafızlar adamın önünden hemen çekildiler. İçlerinden birisi kılıcını çekip adamın arkasından zindana girdi. Kızılgöz “bu kadar korumayla dolaştığına göre önemli biri olmalı” diye düşündü.
“Kızılgöz, bu ne zaman oldu?”
“Siz gelmeden birkaç dakika önce zindana girdi. Seslerinizi duyunca dikkati dağıldı. Sonra da…” Cümlesini bitirmeden cesedi işaret etti kayıtsızca.
“Neden seni öldürmeye çalışıyordu?”
“Ben nereden bileyim?”
“Buraya geldiğinden beri yaşadıklarına bakılırsa, dost edinmede üstüne yok. Gerçekten hiçbir şey bilmiyor musun?”
Kızılgöz’ün yüzünden soğuk, alaycı bir gülümseme belirdi. “Bir dahaki sefere sorarım.”
Mira’nın dudakları anlık bir öfkeyle gerildi. Birden elini kaldırdı. Aynı anda Kızılgöz o tanıdık karıncalanmayı hissetti. Kızılgöz’ün sırtı hızla duvara çarptı. Çarpmanın etkisiyle ciğerlerindeki hava boşaldı. Kızılgöz duvara bir sinek gibi yapışıvermişti.
“Oyunlarından da, alaycı cevaplarından da bıktım usandım artık! Sana soru sorulduğunda doğru düzgün cevaplar vereceksin, anlaşıldı mı?”
“Bırak beni.” dedi Kızılgöz sadece. Dikkati başka yerdeydi.
“Peki, neden bırakacakmışım seni?”
Kızıl gözlerini Mira’nın öfkeyle parlayan mavi gözlerine dikti. “Çünkü sana bir cevap göstereceğim. Bırak beni, hemen.” Mira adamın tavırlarını beğenmemiş olacak ki Kızılgöz’ün üzerindeki baskı arttı.
“Mira! Adamı bırak.” dedi cesedin yanındaki yaşlı adam. Mira bir an tereddüt etti. Ama sonra Kızılgöz’e uyguladığı gücü salıverdi. Kızılgöz omuzlarını gerdi ve hiçbir şey olmamış gibi Mira’nın yanından geçip cesedin yanına gitti.
“Ne göstereceksin?” diye sordu yaşlı adam. Uzun, çiçek bozuğu bir yüzü vardı. Meşalenin ışığında görebildiği kadarıyla koyu kahverengi gözleri vardı. Gözlerinde keskin bir zekânın işaretlerini görebiliyordu Kızılgöz. Kısa kesilmiş kır sakalı, aynı uzunlukta kesilmiş gri saçları vardı. Saçları alnının iki yanından ve tepesinden oldukça seyrekleşmişti. Hafif göbekli biri olmasına rağmen Kızılgöz, adamın dövüşte de gayet zorlu tiplerden olduğu kanısına vardı. Şimdi gözlerinde aklında uçuşan bin sorunun izleri ile hem Kızılgöz’ü hem de cesedi inceliyordu.
“Bunu…” dedi ve cesedin eskimiş gömleğini sıyırdı. Tam kalbinin üzerine işlenmiş dövmeyi ortaya çıkardı.
“Bu da nesi?” diye inledi Mira cesedin yanına yaklaşarak. Yaşlı adam ise meşaleyi dövmeye daha da yaklaştırdı. Kaşları iyice çatılmış, dikkatle dövmeyi inceliyordu.
Güneş olduğunu sandığı bir daire işlenmişti adamın göğsüne. Güneşin altına kıvrılmış yassı kafalı bir yılan figürü ise çatallı dilini güneşe doğru uzatmıştı. Güneşin içine işlenenler ise daha da ilginçti. Bir sağ el figürünün içine işlenen sağ göz…
“Bunu daha önce de görmüştüm.” Dedi Kızılgöz. “Ama burada göreceğim hiç aklıma gelmezdi.”
“Adın ne, evlat?”
“Kendisine Kızılgöz diyor, Yüce.” Diye atıldı Mira.
Yaşlı adam bilgiççe başını salladı. “İsmini vermek istemiyorsan, sen bilirsin. Benim adım Saif.” Kalın parmakları ile dövmeyi işaret etti. “Bunu daha önce nerede görmüştün?”
Bu dövmeyle ilgili bir yığın anısı vardı. Bir defasında bir rıhtım hamalının göğsünde görmüştü. Adam onun yüzünü, büyük ihtimalle gözlerinden tanımıştı, gördüğü anda işini gücünü bırakıp peşine düşmüştü. Biraz uğraşmıştı ama artık o hamalın balık yemi olduğundan emindi. Bir başkasını ise çok işlek bir handa çalışan garson kızın göğsünde görmüştü. Tabii kızın dövmesini fark edene kadar oldukça “keyifli” vakit geçirmişti. Sonrası ise bir o kadar “keyifsizdi”. En azından kız için…
Dövme sahipleri ile ilgili tek ortak nokta Kızılgöz’e karşı güttükleri düşmanca tutumdu. Onu gören dövmeli biri ya hançerle vücudunda yeni delikler açmaya çalışıyor ya da boğazını bir çamaşır gibi sıkmaya yelteniyordu. Yeterince zengin ve sinsi olanları onu zehirlemeye bile çalışmıştı. Ama ne hikmetse bir boğayı devirebilecek zehirler onda etkili olmuyordu.
Yine de Kızılgöz ilk kez o dövmeyi gördüğü zamanı hatırlıyordu. Daha küçücük bir çocuktu o zaman. İnleyip ilahiler söyleyen bir gr